30 Ocak 2009 Cuma

Nadal vs Verdasco


Nadal, Sinan’ın, benim hatta birçok tenis severin kolay geçer dediği yarı finalden zar zor kurtuldu. Evet kabul ediyorum izleyemedim ama şartlar müsaade etmedi bende netten refresh refresh son duruma baktım. Sayfayı açtığım anda –ki biraz geç kalmıştım ne de olsa rahat alır Nadal diye düşünüyorum ya- 4 setten 3‘ünün tie break e gittiği kalan setin de 6-4 bittiği efsane bir maçı kaçırdığımı anladım ama yapılabilecek bir şey yok, ekmek parası ne yaparsınız. Son sette 4-4'e kadar geldi ve orda, ki ben ne kadar Nadal’ı tutsam da, tatlı bir sürprizin de heyecanını yaşadım. Her zaman yeni isimler insana heyecan veriyor. Beklenen oldu Nadal o andan sonra Verdasco’nun servisini kırdı ve maçı 6-4 aldı. İnsan, hem şehirlisine, bu kadar yüklenir mi ya ama herkes aynı dertten muzdarip; ekmek parası işte.

Beklenen oldu, Nadal severler ve keyifli bir Nadal-Federer finali izleme umuduyla yaşayanları tatlı bir heyecan sarmaya başladı. Umarım 5 sete giden bol bol tie breaklere sahne olan, inanılmaz rallylerin yaşandığı bir maç bizi bekliyor. Benim bu temennilerle birkaç kişiyi kaybederiz ama maç sonuna kadar.

29 Ocak 2009 Perşembe

Topraktan Kahramanlar

Avustralya Açık, yine son dönemin klasik finaline doğru ilerliyor: Federer - Nadal. Federer finale çıktı bile, Nadal da set bile kaptırmadan yarı finalde. Nadal, vatandaşı Verdasco'yu da geçerse, ki heralde geçer, 1 Numara ile 2 Numara'yı bir kere de Grand Slam finalinde izleyeceğiz.

Her ne kadar bir sürü insan tarafından fiziksel olarak Federer'e benzetilsem de yine Ispanya-Ispanyol sempatim ağır basar ve Nadal'ı tutarım. Bir nevi teknik (Federer) vs fizik (Rafa). Yine Ispanyol tarafım ağır basıyor ve Nadal'ı tutuyorum şimdiden finalde. 

Bambaşka bir noktaya götüreceğim şimdi sizleri. Nadal her zaman toprak kortun kralı olarak bilinir. Istatistiklerle de kanıtlanan bu hükümdarlık, Nadal'ın geçen sene -artık sonunda- Wimbledon'ı alıp toprak hariç Grand Slam kazanmasıyla taçlandırıldı. 160 hafta Federer'in arkasında iki numarada bekledikten sonra ATP klasmanının tepesine ulaştı. Bu performansının devamını hayranları olarak bekliyoruz. Ve burada da gelmek istediğim noktaya ulaşıyoruz. 

Dünya Ralli Şampiyonası yıllar önce 2-3 atbaşı ile inanılmaz heyecanlara sahne olurdu. Petter Solberg, Marcus Gronholm toprak zeminde başa güreşirler, daha sonra sezonun asfalt bölümünde Sebastian Loeb onları geride bırakırdı ve böylece müthiş sezon finalleri olurdu. Bunların sonuncusunu yamulmuyosam 2003'te yaşadık. Sezonun son yarışına 4 şampiyon adayıyla girildi (Süper Lig de böyle olmasın sakın bu sezon), Richard Burns yarış başlamadan bayıldı ve çekildi (ve sonra beyin kanseri teşhisi koyuldu ve hayatını kaybetti; buradan kendisini anıyoruz), Carlos Sainz yarışta geride kaldı; son etaplarda üstünlüğü ele geçiren Solberg, Loeb'in önünde şampiyon oldu. Sonra mı? O günden beri Loeb şampiyon oluyor. Çünkü asfalt yarışların hepsini kazanan ama toprakta çuvallayan Fransız, toprakta da yarış kazanmaya başladı. 

Sizce Nadal da o yolda gider mi acaba? Zaman gösterecek, bu finalde başlayarak...

27 Ocak 2009 Salı

Pazar'dan Kalanlar







Pazar geceki maçtan sonraki post da maçın kahramanlarından bahsedeceğimi söylemiştim, maçın bir numaralı kahramanı bence Fenerbahçe'nin oyun sistemiydi. Çok nadiren olsa da ve pek haddine düşmese de Fb hızlı ve dikine futbol oynuyor. Bu oyun sistemi de bize konuşacak çok konu ve oyuncu çıkarıyor valla.

— Volkan: En arkadan başlamak istedim. Pazar gecesinin yıldızıydı ama tribünler tarafından alkışlanma ihtimaliyle protesto edilme ihtimali bu kadar yakın bir oyuncu yok herhalde ve o gece bunu tekrar kanıtladı. Karşı karşıyaları çıkardı. Birkaç topta Cordoba vari öne çıkışlar yaptı. Çok merak ediyorum topu oyuna sokarken yaptığı o iki hata gol olsaydı demin anlattıklarımı hatırlayacakmıydık.


— Lugano,Edu: Takım modern futbola özenip önde basınca onlarda ne yapsın hem bloglar arası boş kalmasın (Ömer Üründül’e saygılar) hem de ofsayt taktiği yapmak varken kim uğraşacak Umut'la Gökhan'ı kovalamakla deyip öne çıktılar sonrasını hepimiz biliyoruz zaten. Volkan'dan uçan kafalar, arka alanda geniş boşluklar.

— Gökhan Gönül, Carlos: Pazar gecesi ikisi de ters kademeye girmekten sıkılmıştır herhalde. Üstüne gidip bi de çizgiden ortalar kestiler. Bir bekten daha fazla ne beklerki insan.

— Alex: İmzayı attı, yattı demeye dilim varmaz varamaz (kendi kendini imha eder sonra 3 saniye bile beklemez) ama o gece yoktu. Arkadaşları hızlı ve dikine oynamaya karar verdiğinde onun hızlı düşünen ayaklarına çok ihtiyaçları oluyor ama ne yazık ki o gün çok uzaklardaydı.

— Guiza, Semih: Keşke bu ikiliyi birbirinden ayırabilsem ama olmuyor işte. İstekli, çabalayan bol çalkantılı Guiza ile her daim genç ve yedekliğe mahkûm yurdum insanı Semih. Hayat böle işte fazla iyilikten maraz doğar derlerdi doğdu, belkide kendine bile olmayan tepkiler sonucunda Guiza'nın morali sıfırın altına indi.

— Fb Orta Sahası: Onlar Fb’nin sistem çalkantısının son mağdurları. Hücümcularla defansçıların buluştugu nokta. Zaman içinde ya oyunun iki yönünü oynamayı öğrenecekler yada işler böle sarpa sarmaya devam edecek.

— Umut, Gökhan Ünal: İyi günlerinde olsalar yada fundemantal olarak biraz daha yukarıda olsalar Fb tribünleri yeni bir Kayseri faciası yaşardı ve günah keçisi tek başına Guiza olmazdı.

—Trabzonspor: Senaryoyu Fb’nin yazdığı oyunu çabuk anlayıp hemen adapte oldular. Son vuruşlarda biraz daha şanslı ya da becerikli olsalardı uzun süren Kadıköy’deki galibiyet hasreti sona ererdi.

Pazar geceki maçı, detaylı olarak Fb tarafından bakan adam olarak izlerken bende bu hissiyatlar oluştu. Umarım Fb alışılmış yavaş durağan oyunuyla hızlı oyunun bir sentezini en kısa zamanda yapar. Yoksa bizler ya yıllardır alıştığımız ama bir türlü kanımızın ısınmadığı o yavaş ama galibiyet yüzdesi yüksek oyunu izlemeye devam edeceğiz ya da takım ligin kopma noktalarına alışık olmadığı ,seyir keyfi veren ama risk yüzdesi yüksek maçlar izletecek bizlere.

Harala Gürele


Maçı tanımlayan en güzel şey buydu herhalde, tam anlamıyla bir harala güreleydi. İki takımın ve bu maçın sonucunu merak eden herkes açısından çok eğlenceli bir maçtı ama bu maçı bir sinema filmine benzetecek olursak sadece ve sadece eğlencelik bir filmdi, kült olmaktan ne kadar uzak olduğunu anlatmaya gerek yok kanımca. Maçın önemli karakterleriyle ilgili daha sonraki postlarda bahsedeceğim. Dün gece Fenerbahçe veya Trabzonspor ’un karşısında başarılı ve hızlı bir şekilde ayağa pas yapan ve uzun toplarla savunmanın arkasına iyi adam kaçırabilen herhangi bir takım olsa işler çok farklı noktalara gelebilirdi.

Maç benim içinde çok keyifli ve adrenalin dolu bir maçtı ama futbol adına güzel bir maç değildi. Modern, hızlı pas trafiği olan, dikine futbolu sindirene kadar daha çok fırın ekmek yememiz gerektiğini bir kez daha hatırlattı bize bu maç.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Haftasonunun Ardından

Böyle bir haftadan sonra hemen yazmak ayıp olurdu, ilk önce bir durup düşünmek, sakinleşmek gerekiyordu. 

Sivas'a dönelim ilk önce. Güzel futbol oynayan ve hakkıyla ligin tepesinde olan iki takımın mücadelesinin sahaya kurban gitmesi yazık olacaktı, oldu da. Neyse ki yarın adam gibi bir sahada bunun rövanşı var. Galatasaray, daha dominant oynuyla pozisyon üretemezken, Sivas kontraatak mantığıyla daha çok iş yaptı sanki. Bir kere fizik olarak doldur boşalta uygunlar ve bu sahada yerden oynamamanın gereğini çok iyi biliyorlardı. Oysa başta Ayhan olmak üzere bütün Galatasaraylılar ayaklarında topla dans etmeye çalıştılar. Umit'in kırmızı kartı ise tam bir komedi. Böyle güzel maçların saçma kartlarla katledilmesi sadece sinir katsayısını arttırıyor. Ne Umit'in bir günahı vardı atılırken, ne de Galatasaray maçında Delgado'nun. Futbola yazık. Bir Galatasaraylı olarak bu kadar eskiğe, sahaya ve 10 kişi kalmaya rağmen oynanan oyun tatmin ediciydi. Objektif olarak da bakınca benim hala önde giden şampiyonluk adayım Cimbom.

Dün akşam ise 0-0'lık bir maçın ne kadar keyifli olabileceğini gösterdi Trabzon ile Fener. 0-0'ın (aslında her beraberliğin ama daha çok 0-0'ın) insanın üstüne çöreklenen ağır bir dengesi vardır. Gol perdesi açılmış olsa belki arkasından iki takım da gol bulacak ama o sıkı direnç bir türlü gole izin vermez. Her anı heyecan ve güzel futbol kokan bir maç nasıl 0-0 bitebilir diyorsanız bu maçı tekrar izlemelisiniz. He, bir gol nasıl güzel atılır, bir asist ne kadar inanılmaz olabilir diyorsanız o zaman sizleri Liverpool-Everton maçına alalım. Torres'ten ileri seviyede asist dersleri... Yine de dün gecenin en mutlu Fenerlisi; Rio de Janerio'dan Var Mısın Yok Musun'a canlı bağlanan ve Adriana Lima ile Portekizce muhabbet edip kendisinden tanışma sözü alan Samet'tir muhtemelen. 

Sonunda Sivas'a yaradı bu hafta. Kısaca bakarsak Sivasspor, Trabzon'un 2, Galatasaray Ankaraspor ve Fener'in 2 puan önünde giriyor ligin gerçek ikinci yarısına. Asıl kafamı kurcalayan, puanlar bu kadar yakın giderse ligin son haftasındaki Fener'in Avni Aker deplasmanı ile Sivas'in Sami Yen maceraları ne olacak. Simdiden heyecan kasırgası. 

23 Ocak 2009 Cuma

Sihrin Geri Dönüşü


Yaklaşmakta olan Phoenix'deki All-Star öncesi NBA'de bizim açımızdan ya da belki benim açımdan çok hoş gelişmeler yaşanıyor.  Orlando Magic,  Shaq ve Penny'li kadrosundan sonra belki de ilk kez ligin tepesinde geziniyor ve bu duruma kimse şans ya da raslantı olarak bakamıyor. Magic, yaşananların raslantıdan çok uzakta olduğunu, çıktığı batı deplasman turunda division liderlerini yenerek gösterdi. "Zaten doğudasınız, yüzde 50'nin üstüne çık, saha avantajı cepte" şeklindeki genel kanıya da cevap verdiler. Zaten oynadıkları unorthodox basketbol ve farklı kimyaları sayesinde her zaman rakip takımlara sıkıntı yaratan bir basketbolları vardı, bu özellikleri bu sene onları bir adım yukarı taşıdı. Oyunlarındaki gelişimin sırrını  takım olmanın verdiği dayanılmaz hafiflikte bulabiliriz. 

Orlando bu sene öyle bir takım oldu ki çarkların hepsi görevlerini ve rollerini biliyorlar. Takımdaki herkesin görevini yaparken bir sıkıntı anında - ki insanız hepimiz hata yaparız - işte bu anlarda birinin onun arkasını kolladığına sonsuz bir güveni var ve rahatlıkla hareket ediyorlar. Bu durum onları hata yapmaktan ve adım dahi atmaktan korkan bir takım olmaktan uzaklaştırıyor. NBA'in tepesini isteyen, şampiyonluk hedefleyen bir takımda bunlar olmazsa olmazlar. Orlando'nun buralara gelmesinde en önemli olay herkese göre farklıdır; çoğunluk Howard, Hidayet ya da Lewis'i burada etken olarak görebilir ama bence hepsinden daha önemli olan Jameer Nelson'ın performansıdır. Çok klişedir ama bir takım hakkaten guardı kadar oynar ve ne kadar kendisi favori oyuncularım arasında olmasa da bu sene Nelson'ın bir seviye yükselen istikrarlı basketbolu takımı da yukarıya çekti. Artan özgüveni (ki zaten bu konuda hiçbir zaman eksiği yoktu , şimdi hakkını vermeye başladı) ve arkadaşlarının artık ona skorer guard değil de oyunu hem asist hem skor hem de savunma yönüyle oynayan biri olarak bakması Orlando'nun yükselişini hazırladı.

Magic'den bahsedip de Stan Van Gundy'den bahsetmemek olmaz. Adeta bir öğretmen gibi herkese yapması gerekenleri öğreten, gerektiğinde otoriter gerektiğinde babacan tavırlarıyla takımın hatta NBA'deki herkesin saygısını kazanmış bir koç. Genetik kodlar zannedersem insanın peşini hiçbir zaman bırakmıyor. Aynı aileden çıkan oyuncu çok gördük ama bir ailenin koçluk müessesesine bu kadar destek verdiği az görülen bir olaydır, benzerleri varsa lütfen destek istiyorum.

Belki Orlando'dan bahsedip takımı sırtlayan üçlüye (üç sayısı Orlando'da bu aralar çok popüler-bir maçta 27 üçlük ile NBA rekorunu kırmalarının da bunda etkisi çoktur sanırım) değinmemek  ayıptır ama onlar her zaman All-Star seviyesinde basketbol oynayan oyuncular ve bu performansları olmadan Orlando'nun buralara gelmesinin imkanı yoktu zaten. Howard herzaman ki gibi dominant ve güçlü, Hidayet her zaman ki gibi rakip savunmayı deliyor, takımın sıkıştıgı, topun el yaktıgı dakikalarda insiyatif alıyor, Lewis keza her daim mis-match unsuru. Onlar da aslında pozisyonun hakkını veren bir guardı gördükleri için memnun ve hücumda omuzlarındaki yükün azalmasıyla oyunun iki yönüne de daha rahat bir şekilde konsantre olabiliyorlar. Sonuç olarak onlarda haklılar,  hepimiz arada bir dinlenmek isteriz Dwight Howard olsak dahi.

İlk blog, ilk post ki; yazısı çok kuvvetli biri olmadım hiçbir zaman. Elimizden geleni yapıcaz yorumlarımızı, fikirlerimizi, enteresan bulduklarımızı, dikkat çekmek istediklerimizi sizlerle paylaşıcaz. Büyük bir heves ve arzuyla başladıgımız bu spor blogu umarım  Aceto'nun bende oluşturdugu o güzel havayı başkalarında da oluşturur. Bu blogu yazma aşamasına gelene kadar, Aceto'yu duymamda etkisi olan Mehmet Demirkol , sonra okumaya doyamadığım "hadi bişeyler post etse de okusam" dediğim Aceto (nam-ı diğer Bülent Timurlenk), ardından hep plan aşamasında kalan blog açma fikrimi ateşleyen Sinan'nın kulaklarını çınlatmazsak olmaz heralde. Sürçi lisan ettiysek affola, vatana millete ve bütün spor ailesine hayırlı olsun...

22 Ocak 2009 Perşembe

8 Dakikada Devr-i Alem-i Spor

Geçen sefer tam da zamanı demiştik, biraz açalım; böylece genel olarak bu blog içinde nelere değineceğimizi de göstermiş oluruz.

Dünyanın en büyük dini, futbol. Süper Lig'in ikinci yarısı başlamak üzere, hem de zirvedeki 4 takımın birbiri ile yapacağı maçlarla başlayacak, nasıl heyecan yaratmaz ki! 3 ihtimalli iki maç, 9 ihtimalli bir zirve. Zaten bu sene Süper Lig, zirve yarışındaki takım fazlalığından dolayı Balkanların Premiership'i oldu.

TBL ikinci yarıya yeni başladı, orada biraz geç kaldık aslında. Yine de bu sene zevkli geçiyor. Keza, NBA de öyle. Boston inanılmaz bir seriden sonra geriledi, Lakers parladı ama bir anda Orlando atbaşı oluverdi. Bu konuları Basketten Sorumlu Bakanımız Fibonacci'ye bırakıyoruz, teknik sorunlarını aşınca o da aramıza katılacak.

Formula 1 sezonunun başlamasına 2 aydan az kaldı ama hem çok geniş kural değişiklikleri hem de bu araların favori aktivitesi araç tanıtımları ile boş durmuyor o alemler de. Avustralya'da ise çok uzun zamandan beri yapılan en büyük kural değişiklikleri ve geçiş arttırma sözlerinin ne kadar gerçekleştiğini görücez. Beklentiler büyük.

Motorsporları dünyasından söz açılmışken; Paris-Dakar Rallisi'ni kaçırdık, erken kalkan Üsküdar'ı geçti. Aslında tarihinde ilk defa ne Paris ne de Dakar'ı gören, hatta ilk defa ne Avrupa ne Afrika gören, geçen seneki terör tehditleriyle iptal edilen yarıştan sonra bu seneki çok da önemliydi. 

Bir yandan da dünyanın çok uzak köşelerinden birinde tenis dünyası yeni bir güne merhaba diyor. Sezonun ilk grand slam'i Avustralya Open'ın erken turları büyük sürprizler olmaksızın devam ediyor. Oraya da bağlanıcaz yakında.

Binlerce yazacak, konuşacak, tartışacak şey var. Hatta yukarıdakilerin hepsi ayrı ayrı yazı konusu, hatta blog konusu. Zaman doğru gibi sanki...

21 Ocak 2009 Çarşamba

Ezeli Rakip Ebedi Dost

Artık bir spor blogu açma vakti gelmişti. Bundan sonra Fibonacci ile her türlü spora girip çıkmaya hazır ve nazırız. 

Hepinizi bekleriz.