31 Temmuz 2009 Cuma

Sir Bobby Robson'ın Vefatı

Bobby Robson vefat etmiş bulunuyor.

Go West!

Galatasaray - Netanya maçının bu başlıkla ne alakası var şimdi diyenlere; Avrupa macerasına başlayalı 3 maç olmasına rağmen henüz Edirne'nin batısına geçemedik de ondan. Ankara'nın doğusunda ilk Kiril alfabeli formalarıyla Tobol vardı karşımızda, bu gece de Ibranice takılan Netanya. Bu turdan sonra Edirne'nin batısında, Latin alfabesi kullanan ülkelere yolculuk yapacağımızı umuyorum. Pet Shop Boys'dan Go West bu yüzden geliyor.

Uğur'un da yazdığı gibi, Galatasaray kolay maçlarda geriye düşüp kendine gelmek gibi bir alışkanlık kazandı. Ama bu sık tekrarlanırsa, geriye düştüğünde kendine gelen takımın, olayı kanıksayıp yine sallamamasından korkuyorum açıkçası. Yine de Tobol'dan daha kolay olduğunu düşündüğüm bir kuranın beni şaşırtmaması iyi oldu. Tobol ne de olsa 10-0-0 taktiğiyle sahaya çıkmıştı, bir de ilk dakika golü bulunca en sıkıntılı senaryo gelmişti başımıza. Netanya ise futbolu daha pozitif oynamayı tercih eden bir takım olacaktı/oldu. Bu yüzden hücum etmemiz ve gol atmamız beklenen şeylerdi benim açımdan.

Yalnız şüpheliyim ki Fenerli bir Türk Yahudisi, Netanya'ya Sabri'nin üstünden oynama taktiği vermiş. Ilk yarı ne kadar tehlike varsa hepsi Sabri'nin koridorundan geldi. Golde hatalı değil derken, ön direkte topu kurtarmak yerine içeri tiklediğini gördüm. Zaten pek sempatim yoktu, attığı gole rağmen bu takımda yeri/işi olmadığını kesinleştirmiştir bu maçla. Sağ beke en yakın zamanda Uğur'u veya yeni bir transferi bekliyoruz.

Takım, kendini sıkmamak dışında iyiydi sanki. Çok teknik taktik bakılacak bir maç olmadı. Zaten deplasmandan 4-1 galibiyet ile ayrılıyorsan bir yerlerde bir şeyleri doğru yapmışın demektir.

Yine de önemli bir noktaya değineyim. Bu maçtaki duran toplar iki takım hakkında da çok açık bulgularla doluydu. Ev sahibinin kalitesini anlamak için Hakan Balta'nın attığı gole bakmamız yeter. Kornerden gelen topta, kaleye yakın mesafede hiç kimsenin tutmadığı Hakan Kadir Balta, çok rahat bir gol attı. Hiç, bir duran topta bu kadar kötü oyuncu paylaşımı yap(amay)an bir takım görmemiştim. Orada maçın ne olacağı belliydi. Galatasaray tarafında ise sevindirici gelişmeler var. Yıllardır saçma sapan duran top organizasyonları ile kafayı yedirtirdi bize takım. Bu sezon Tobol'a atılan bütün goller duran top. Bu akşamki maçta da 2 tane duran top golü. Kewell'ın kornerlerde el-kol ile hangi formasyonda topu kullanacağını işaret etmesi, bu pozisyonların ciddi şekilde çalışmış ve ezberlenmiş olduğunun göstergesi. Belki de benim içimi en rahatlatan unsur da bu. Kapanan savunmaları geçmenin en kolay yolu duran toptur çünkü.

Go West, life is peaceful there diyorum o zaman, batıya doğru yürüyüşü sürüyor Galatasaray'ın (ve duyduğuma göre Fenerbahçe'nin de, onlara da tebrikler). Uzun soluklu olması dilekleriyle...

30 Temmuz 2009 Perşembe

Rabbime Sordum Elano Dedi


Geçenlerde bir yazı okumuştum; erkekler, çok güzel bir kız görünce kısa süreli şok geçiriyormuş. Inkar etmicem, ama bu durumun sadece kızlarla kısıtlı olduğunu da düşünmüyorum. Haldun Üstünel'in transferlerini görünce de tepkiler çok farklı olmuyor.

Ama mor forma şoku ile sarsılan Cimbomlu bünyeleri hayata geri döndürmek, etrafta madara olmaktan kurtarmak için bu lazımdı. Şimdi Milka geyiklerine ara veriyoruz; sırada "In Haldun We Trust" ve "Haldun Üstünel ile kız istemeye gitmek" geyikleri var. Ekşisözlük şimdiden şenlenmiş.

O zaman bir de yanına "Haldun Üstünel, onursal futbol şubesi sorumlusu olsun, hep orada kalsın" diyorum, ya da başkan olsun ileride. Ama bir de şu forma seçme işine el atsa çok şukela olacak.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Schumacher Ferrari'de


Bütün gün "geliyor", "gelmiyor", "sakat zaten" denildikten sonra akşam resmi olarak açıklandı: Formula 1 efsanesi Michael Schumacher, Massa'nın yerine yarışmayı kabul etti. Kırmızı şahlanan atına dönüyor yani Alman.

Kelimeler kifayetsiz. Bir yandan genç bir pilotu denemenin daha mantıklı olduğunu düşünüyorum, bir yandan Kimi Raikkonen ve Michael Schumacher ikilisini yıllarca aynı takımda hayal ettiğimi ve en beklemediğim anda bunun gerçekleşmesine şaşırıyorum ama aslında şu an ne yazsam boş gibi hissediyorum.

BMW, F1'den Çekildi

Günün bomba haberi Almanya'dan geldi. Otomotiv devi BMW, Formula 1 yarışlarından çekileceğini açıkladı.

Eminim önümüzdeki günlerde kararla ilgili gerekçeler, daha ayrıntılı sebepler açıklanır ama şimdilik firmanın, motorsporları aktivitelerini tekrar elden geçireceği ve sürdürülebilir/çevreci teknolojileri yol araçlarına uygulamayı ön plana koyacağını açıkladılar. Yani Formula 1, artık BMW için öncelikli bir reklam yeri değil.

Yarışmak için satan Ferrari hariç bütün takımlar satmak için yarışır. Yani bir yandan Formula 1'de bulup test ettikleri teknolojilerini yaptıkları arabalara yansıtırlar, öbür yandan da firmalar için reklam/vitrin olur F1. BMW gibi dünyanın en büyük otomobil üreticilerinden birinin, kendi hedefleri için F1 yeteri kadar önemli görmemesi demek, sporun geleceğinin temelinin sarsılması demek aslında.

En başta BMW, geçen sene çekilen Honda gibi başarısız bir takım değil. Sauber'i aldıktan sonra her sene ciddi ilerleme kaydettiler. Tek başarısız sezonları bu sezon, çünkü büyük kural değişiklikleri ile herkes kendine bir yol seçti. BMW, KERS'e önem vermeyi seçti ve maalesef yanlış ata oynamış oldu. Brawn, diffuser'a para yatırdı ve kazandı. Ama seneye takımların birbirine yaklaşacağı aşikar. Yani BMW için ufukta başarı çizgisi hala uzak değildi. Yani takım, başarılı bir reklam mecrası olmasına rağmen kapatılıyor.

Bu kararda eminim Formula 1'deki politik oyunların spora zarar vermesi ve yaşanılan ekonomik krizin de etkisi vardır. Ama BMW'nin de dahil olduğu FOTA takımları daha bir kaç hafta önce kendilerini uzun vadede F1'e bağlayacak bir Concorde Anlaşmasını imzalamayı kabul etmişlerdi. Kafa karıştırıcı.

Bir yandan da yarış takviminin getirdiği bazı sıkıntılar var. Otomotiv sektörünün en büyük pazarları ABD, Almanya ve Ingiltere. ABD'de artık yarış yok. Bu sene Kanada'nın da takvimden kalkmasıyla Kuzey Amerika, tamamen kapsama alanı dışında kaldı. Ingiltere GP'sinin kaderi çok ciddi belirsizlik içinde. Yarışlar Silverstone'dan alındı, Donington'a verildi ama onların da bu işin üstesinden kalkabilecekleri şüpheli. Almanya'da da Nurburgring ile Hockenheim arasında paslaşılıyordu yarışlar. Şu anda iki pistin de geleceği sıkıntılı, finansman konularında özellikle. Yani Formula 1, en önemli 3 pazarına uğramayabilir. Bu da çok net bir şekilde reklam gücünü düşürür takımların.

Peki bu ve bunun gibi sebeplerle BMW, F1'den çekildi. Dikkat edilmesi gereken nokta, yukarıda saydıklarımın çoğu (veya bazen hepsi) diğer takımlar için de geçerli. Yani BMW'nin sebeplerinin aynısıyla Mercedes de, Toyota da, Renault da ayrılabilir spordan. Ferrari'nin gönül bağı ve politik gücü yüzünden kopması daha zor olsa da, diğer üreticiler ayrıldıktan sonra onların kalmasının ne alemi var ki?

Kısacası Honda'nın ayrılması Formula 1'in finansal işletimi konusunda sıkıntılar ortaya koysa da BMW'nin spordan kopması, bütün temeli sarsan bir olay. Çanlar çok ciddi bir şekilde çalıyor, herkes için.

Anderlecht Maçının Sivas Tarihindeki Yeri

Sivasspor tarihi uzmanı değilim ama ligde üstüste başarılı sezonlar geçirince (ve haber-blog okuyunca) az biraz fikir sahibi oluyorsunuz. Malumunuz, dün akşam Sivas'ı sürklase etti Anderlecht. Ve bundaki bütün pay çıkışta olan Belçika temsilcisinin değil.

Sivas'ın antipatik ama başarılı bir çizgisi var. Bülent Uygun ile beraber nereden başladıkları ve nereye geldikleri, bu ülkede ders olarak okutulması gereken şeyler. Bunun yanında başarılı yabancı transferleri, kadro istikrarı, sporculara ileriki yaşları için yatırım yapmaları gibi vizyonları ile çok ciddi şekilde takdirimi kazandıklarını da belirteyim. Ama işte Sivasspor'un hikayesi maalesef orada bitmiyor. Kulübe kırmalar, Arsene Wenger'e dahi sataşmalar, la ilahe illallah'larla bezeli bir yüzü daha var madalyonun.

Belki de bu yüzden sevindim dün akşamki maça. Türk takımları olarak ne tokatlar yedik, muhtemelen dahasını da yiyeceğiz vakti gelince. Ama Edirne'nin batısına yeni alışan Sivas'ın bununla karşılaşması, dünyaya inmesi açısından iyiydi. Başta Bülent Uygun (ve belki de sadece kendisi) "oldum ben artık" demeye başlamıştı. Hem bu kibiri yüzünden, hem de potansiyeli olan bir takımın kendini doğru analiz etmesine yardımcı olacağını düşündüğümden dünkü 5 gole sevindim.

Geçmiş olsun Sivasspor. Bu maçın kasetlerini sakın atmayın, bol bol izleyin.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Surtees, Massa ve Kokpit Güvenliği

Bu haftasonu Massa'nın başına gelenleri duymayan kalmadı. Barrichello'nun süspansiyonundan kopan yayın başına isabet etmesi ile kaskı kırılmış ve kafatasında hasar oluştuğu için de bir kaç gündür hastanede idi. Görünmez kaza dedikleri türden bir olay. Ama bir de geçen hafta Henry Surtees'in başına gelenler var. F2 yarışı sırasında önceden kaza yapan araçtan kopan lastiğin başına isabet etmesi sonucu hayatını kaybetmişti genç sürücü.

Şimdi 2 sene geriye gidelim. Sene 2007, sezonun ilk yarışı Melbourne. Herkes bir azim, her hevesli ama bunu abartan biri var: David Coulthard. DC, son derece optimist bi hareket ile Wurz'u geçmeye çalışırken havalanıyor ve neredeyse Wurz'un kafasını eziyor.

Bütün dünya Türk diye haykırırken boş konuşmuyoruz demek ki, çünkü FIA, kimseye birşey olmadığından herhangi bir önlem de almıyor.


Çok nadiren sözü edilen bu kaza, herhangi bir yaralanmaya da güvenlik önlemine de yaramıyor. 2 yıl sonra ise Henry Surtees'in hayatını kaybettiği kaza yaşanıyor.


Geçen hafta yaşanan bu trajik olay, hele de hayatını kaybeden efsane figür John Surtees'in oğlu olunca, yankıları da beraberinde getiriyor. Ama daha henüz bir hafta olduğu için kapsamlı bir kural değişikliği ve güvenlik önlemleri için yeterli zaman yok, haliyle. Ve hemen arkasından da bu haftasonu Massa'nın kazası...

Bu tip riskler, yarışların içinde her zaman var ama Formula 1 gibi güvenlik delisi bir spor, bu tip indirgenilebilir bir riski bünyesinde kesinlikle barındırmaz. Peki napılabilir? Benim aklıma ufak tefek fikirler geliyor. Kokpiti sağlam bir pleksiglas ile kaplamak olabilir, veya o pleksiglas'ı kask hizasına kadar çıkarmak olabilir, roll-bar tarzı birşeyler yapılabilir. Ama eminim FIA Teknik Kurulu, daha güzel fikirlerle ortaya çıkar. Yine de Ross Brawn'a kulak vermek lazım, acele getirilebilecek değişiklikler daha çok sıkıntıya yol açabilir.

Eskiden pilotlar çok yüksek bir seviyedeydiler araçların içinde, en azından o değişmiş durumda. Ama yine de yakın bir zamanda ciddi görsel değişiklikler olabilir Formula 1'de. Jody Schekter'in aşağıdaki resmi hem pleksiglas fikrini hem de eskiden pilotların ne kadar yüksek oturduğunu birden gösteriyor.

Macaristan'ın Ardından

Sadece pazar gününü ele alırsak, sanki eski günlerden bir esinti gibiydi. Hamilton'ın kazandığı, Raikkonen'in ikinci olduğu bir yarış, mesela geçen sene sıradan bir yarış olabilirdi. Bu sene ise Hamilton (ve Mclaren) ilk defa lider gittiler, podyuma çıktılar ve yarış kazandılar. Raikkonen'in ise yine sezon içindeki en iyi derecesi.

Bu senenin kahramanları ise bir adım geride kaldılar. Webber, 3. olarak az hasarla kapatsa da Vettel için son derece kabustu yarış. 2. başladı, daha ilk iki virajda 7.liğe düştü, sonra süspansiyon arızasından yarış dışı kaldı. Button'ın 8. başladığı yarış için eminim daha büyük umutları vardı , acısı da daha fazla olmuştur.

Brawn'ın sıkıntısı ise daha büyük. Red Bull, şanssızlıklardan dolayı puan kapamazken Brawn, sebepsiz bir şekilde yavaş. Eğer şampiyonlukları kaptırmak istemiyorlarsa bir yerlerden hız çıkarmaları lazım, hem de hemen. Lastik ısıtmadaki sorunlar, yine baş ağrıları oldu. Button, ancak 7. bitirebildi. Barrichello ise puan alamadı. 3 yarıştır ciddi bir form düşüklüğü var, Red Bull yakında yakalacak gibi duruyor.

Renault'nun haftasonu o kadar kötü geçti ki Flavio, bunu unutmak için 3 model birden ayartması lazım. Polden başlayan Alonso, hiç bir zaman galibiyet için umutlu değildi ama pitlerde lastiğin takılamaması ve yarışta fırlaması gibi utanç verici bir şekilde yarışı bitirememek de tam olarak planladığı gibi değildi muhtemelen. Üstüne üstlük, bu olaydan dolayı bir sonraki yarıştan men cezası aldılar. Karara itiraz ettiler ve muhtemelen de para cezasına çevrilir ama hoş diil. Muhtemelen Fransızlar için tek iyi olay, artık Nelsinho'dan kurtuluyor olmalarıdır. Daha iyi bir pilot ile daha iyi işler çıkarabilirler.

Kısa kısa başka notlar da var tabi. Toyota, başarılı stratejileri sayesinde iki pilotuyla da puan aldı; Rosberg'in formu yükselmeye devam ediyor; Alguersuari, ilk F1 deneyiminden başarıyla çıktı.

Ama ne olursa olsun bu yarışın haylaytı, Massa'nın yaptığı kazadır. Bu haftasonuna yıllar sonra bakıp bir sürü şeyin değiştiği haftasonu olarak anabiliriz kuvvetle ihtimal. Bu konu hakkında da ayrı bi yazı yazacağım. Şimdilik kısa kesiyorum o yüzden.

Bir sonraki yarış 1 ay sonra, Valencia GP'si. Takımlar, bir yaz tatili yaptıktan sonra Ispanya'daki sokak pistinde kozlarını paylaşacaklar ve sonunda, çok daha heyecanlı geçmesini beklediğimiz sezonun ikinci yarısı başlayacak.

Direksiyondaki Düğmeler

"We do have a button as well on the steering wheel but nothing happens if we press it, so for sure it's a shame"

Vettel, startta KERS'li araçların avantajlarından bahsederken

24 Temmuz 2009 Cuma

Yine Düştük Yollara

Bulutsuzluk Özlemi'nin Yine Düştük Yollara şarkısı geldi aklıma dün akşam, Tobol maçı sırasında. Yine başlıyoruz işte, bir sezon daha, yepyeni bir heyecan. Hatta öyle bir heyecan ki temmuz maçlarının genelde dolmadığı Ali Sami Yen, bu sefer tıklım tıklım dolu.

Yine de maçın doğası itibariyle oyuncular da tribünler de hep 2. vites modunda. Rahatız, futbolun güzelliği belirsizliğinden gelse de kimsede o heyecan yok. Bu sefer küçük kahramanlar çıkmayacak sahadan, kazanması gereken kazanıp gidecek. Keza öyle de oldu. Bu arada da bize ufak notlar düştü.

Galatasaray, çok ahım şahım bir futbol oynamadı; bazı şeyler zamana ihtiyacı olduğunu gösterdi, bazıları ise Rijkaard faktörünün ortaya çıktığını. Neler mesela?

Kötülerden başlayalım. Bir kere Tobol gibi bir takıma karşı bile pozisyon bulmakta zorlandı takım. Adamlar her ne kadar 10-0-0 taktiği ile çıkmış olsalar da beklenti hep bol gollü galibiyet ile rahat bir maç izlemekti. O kısmet olmadı. Ön liberolar fazlasıyla rakibin içinde kalınca, top şişirmenin artık yasak olduğu Galatasaray, çok fazla sızamadı rakip yarısahaya. Ama normal lig maçlarında bu kadar yatacak takımların azlığı ve arkada kalacak alanların çokluğunu düşününce bu sıkıntı heralde aşılacak. Bir yandan da yeniler ile eskiler arasında ufak tefek uyum sorunları yaşandı. Mustafa Sarp ilk golünü atmış olsa da yavaş, fazlasıyla garantici ve yer yer savruk bir izlenim bıraktı bende. Mustafa gibi Serdar da ilk dakikalarda ayakları titreyen bir oyuncuydu. Gökhan Zan da Servet ile beklenen uyumunu henüz yakalamış değil. Bir de en büyük sorunlardan biri, sadece bir kanadı kullanabilmiş olmamızdı. Yaser ve Sabri'nin sağ kanadının hiç çalışmadığını üzülerek gördüm, Serdar ve Balta ise Arda'nın da eklenmesi ile arı gibi çalıştılar. Yaser ve Sabri'nin, sezon içinde ilk 11'den rotasyon seviyesine, oradan da daha aşağılara düşeceklerini tahmin ediyorum. Hatta umuyorum.

Düşününce ilk maçlar bunlar, belki en kolay tur ama şahsımca aynı zamanda en zor turlardan da biri. Peki o zaman iyi yönleri ne? En başta takım ne yaptığını biliyor artık. Görüyorsun sahada bunu açıkça. Mesela Orkun, her topa vururken iki kere düşünüyor. Eskiden her topu dan dun diken adam, şimdi pas vermeye çalışıyor hep. Serdar Eyilik'in heyecanını maç içinde arkadaşları o kadar güzel bastırdı, o kadar destek verdiler ki ilk maçtan potansiyelini göstermeye başladı. Maçın başlarında 3-4 top arka arkaya kaybetti, her kayıpta Hakan Balta ve Arda yanına gelip "bravo, çok güzel, olur, helal" gibi sözlerle cesaretlendirdiler. Arda özellikle her uygun pozisyonda Serdar ile paslaştı, ona özgüven vermeye çabaladı. Ne de olsa 3 sene önce aynı durumda olan oydu. Bunların yanında Rijkaard'ın felsefesinin birinci koşulu olan "top nolursa olsun bizde kalacak", dün akşam harfiyen uygulandı. Oyuncular, açık görmedikleri anda geriye döndüler, zorlamadılar. Top bizde kalmalıydı. Seneler önce Şampiyonlar Ligi grubundan çıkmak için ASY'de Barcelona'yı yenmek zorundaydı Galatasaray. Barcelona bir gol bulmuştu ve bir daha da top göstermemişti bize. Bir ileriye gidiyorlardı, bir geriye. Dün akşam, onun enstantanelerini gördüm bizde de. Kesinlikle mutlu edici.

Bir de çalışılmış pozisyonlar, duran toplar. Yıllardır Galatasaray'ın duran top sorunu vardır, bir türlü adam gibi kullanamaz bunları. Ama dün akşam, daha sezon başı olmasına rağmen, organizeydi herkesin durduğu yer, kime atılacağı, kimin nereye koşacağı. Öyle ki, Servet'in attığı golde Arda, erken koşan Servet'i durdurdu, geri gönderdi, tamamlaştılar, sonra da kornerden Servet'in kafaya ordan da ağlara. Antreman golü gibi.

Bu noktalar da beni önümüzdeki uzun yollar için mutlu etti. Bu takımdan iş çıkacağını, iyi şeyler olacağını hissediyorum ve görüyorum. Umarım yanılmam. Zevkli bir sezon bizi bekliyor.

23 Temmuz 2009 Perşembe

FC Barcelona vs The Doors

En başta bir hayırlı olsun ile başlayalım, Barcelona'ya, Inter'e, Hleb'e, Etoo'ya ve Ibra Cadabra'ya. Kime daha hayırlı, kime daha yararlı olacağını ise zaman göstericek.

Inter, her sene yıldızlar transfer eden, takım olabildiğinde şampiyon olan, takım olamadığında da harcadıkları ile kalan bir takım gözümde. Belli bir ekolün takımı yani; ekolün diğer parçaları Real Madrid, Bayern Münich, Chelsea veya ülkemizde Fenerbahçe. Flaş transfer, inanılmaz yetenekler, enteresan yöneticiler ve takım olma konusundaki sıkıntılar. Barcelona ise bu ekolün tam karşısındaki diğer ekolün bayrağı diyebiliriz; mesela Liverpool, Dortmund veya ülkemizde Galatasaray (bence diyeyim).

Eto'o, sevdiğim beğendiğim bir adam (ben kimsem, Etoo'ya tepeden baktım iki saniyede). Biraz arıza ama olur öyle şeyler. Ama yazının asıl konusu Ibrahimoviç ve Barcelona. Ibra'nın daha arıza biri olduğu su götürmez bir gerçek. Kırmızı karta daha yatkın, kaybettiği topları umursamaz, serseri bir mayın. Ama bir bakarsın şapkadan 3 tavşan birden çıkarır, küçük diller yutulur. Ilk günden beri Ibra'nın ne kişilik ne de oyun karakterinin Barcelona'ya uyacağını düşünmüyorum şahsen. Gözümün önünde canlanıyor, Iniesta, Xavi, Toure topu getirecek; paspaspaspas, sonra top Ibra'ya gelecek. Kanattan topu aldığında karşısında birini bulan Ibra, bir yavaş sağ ile sola doğru hız kazanacak, kanattan göbeğe doğru akacak, arada bir ver kaç belki, sonra da şut. Bir bakıma Kayserispor'da Mehmet Topuz neyse, o. Peki dünyanın en "takım" takımı Barcelona için, çok tehlikeli bir durum değil mi bu?

Şahane oynayan, futbolun bütün gereklerini yaratıcı ve zevkli bir şekilde ortaya koyan bir takım ve çılgın/deli, çok yetenekli, patlamaya hazır ve genelde kendi kafasına göre takılan bir forvet. Bana tek bir şey hatırlatıyor: Ray Manzarek'in müzik dehasının oluşturduğu The Doors grubu ve çılgın/deli, çok yetenekli, patlamaya hazır ve genelde kendi kafasına göre takılan Jim Morrison. Umarım sonu aynı olmaz.

Daum'un Fenerbahçesi

Daum'un ilk geldiği günlerde bloglardaki genel hava Rijkaard ile uzun vadeli bir atılım yapan Galatasaray'a Fener'in hamlesinin daha bu seneye odaklı olduğu idi. Alman, Türkiye liginin herşeyini biliyor ve domestik başarıya daha yakın kesinlikle. Ama bu kadar kolay ve hızlı gerçek yüzünü göstereceğini beklemiyordum.

Bugün NTVSpor'daki demecinde Daum, Avrupa'nın kendileri için ikinci planda olduğunu yazmış. Galatasaraylı olmama rağmen üzücü bir durum bu, çünkü bu kadar yatırım yapan ve hırslı olan bir takımın sezon başlamadan böyle bir hedef açıklaması, ortada ciddi bir vizyon sıkıntısının olduğunu gösteriyor. Anadolu takımlarının "hedefimiz kupa" demesinin bir üst kademesi gibi duruyor 3 büyüklerden birinin "hedefimiz lig" demesi.

Daum'un açıklamaları daha da garipleşiyor. Kicker'a söylediği sözlerin arasında Fenerbahçe'nin geniş bir vizyonu olduğundan ve Manchester United, Inter, Bayern Münich gibi klüplerle beraber anılması gerektiğini savunuyor. Türk takımları için belki çok uzun vadede olabilecek bir hedef olmasına rağmen, tamamen imkansız diyemeyiz. Ama Daum gibi Avrupa'yı kafadan ikinci sıraya koyan teknik adamlarla bu olur mu? Cevap ortada sanki.

Her ne kadar Fenerbahçe'yi bu seneki şampiyonluğa daha yakın görüyor olsam da orta vadede Daum hamlesi sanki hedeflere zarar verici bir hamle gibi duruyor.

21 Temmuz 2009 Salı

Toro Rosso'nun Politikaları

Red Bull'un hem Italyancası hem de kardeş takımı Toro Rosso, geçen sene Monza'da aslında aldığı galibiyet ile hem büyük kardeşinin bir adım önüne geçmiş hem de bütün dikkatleri üstüne çekmişti. Red Bull'un da burada yetişen meyveleri yemesi uzun sürmedi.

Yağmur altındaki meşhur Toro Rosso galibiyetini alan Sebastian Vettel, şu anda Red Bull'un kadrosunda yeni başarılara imza atıyor. Yerini de bu sezonun tek rookie'si Isviçreli Sebastian Buemi dolduruyor. Yine de takım geçen seneki başarılarını kazanmaktan uzak. Sorun tek başına pilotlar olmasa da Vettel'in yerini dolduramadıkları da aşikar. Buemi her ne kadar sezon başından beri önemli sürüşler yapmış ve dikkat çekmiş olsa da, geçen sene Vettel'in arkasında kalan Bourdais, bu sene de çaylak takımının arkasında kalarak eleştiriliyordu. Takım patronlarının da tahammül sınırını aşmış olmalı ki Almanya GP'si sonrası Le Seb takımdan kovuldu. Tabi ki kovulmak, Fransız'ın çok hoşuna gitmedi doğal olarak. Yasal yoldan işlem başlatmak için avukatlarına talimat vermiş.

5 kez ChampCar şampiyonu olarak geldiği F1'de çok daha fazla iş yapacağını umuyordum Le Seb'in. Ama iki sezonda ilk önce Der Seb (Alman Sebastian Vettel yani) sonra da Isviçreli Seb'e geçilince Franz Tozt'a da çok fazla seçenek bırakmadı. Gidişi üzse de haksız diyemeyeceğim.

Ama bu hikayenin bir enteresan noktası da onun yerine gelecek kişi. Red Bull'un çok ciddi bir genç pilot akademisi var ve buranın ekmeğini de yiyorlar. Sezon başında hem Red Bull'un hem de Toro Rosso'nun yedek pilotu, geçen sene sonu yarışlardan emekli olan David Coulthard idi. Ama emaneten. Genç akademisinden gelen 19 yaşındaki Yeni Zelandalı Brandon Hartley, süperlisansını alınca DC'den bu görevi de devraldı. O sıralarda etrafta onu öven yazılar da okumuştum, geleceğin önemli pilotlarından biri olarak gösteriliyordu. Ama bir kaç hafta önce Hartley'nin yerine bir başka Red Bull genç pilot akademisi mezunu Ispanyol Jaime Aguersuari'nin getirildiği haberlerini okuduk. En başta anlam verememiştim, madem bu kadar övdüğün ve yedek pilotun yaparak onurlandırdığın biri var, niye yerinden ediyorsun demiştim. Demek ki o zamandan Le Seb'in ipi çekilmiş ve yerine de genç Jaime'nin geçeceği planlanmış. Bu hafta içinde de bu haberler resmiyet kazandı. Hartley'den aslında bir arıza beklerdim, ben yerimde olsam epey bozulurdum. Ama görünüşe göre kendisi son derece olgun karşılamış ve sırasının geleceğini biliyormuş. Ama o saçlarla çok gönül yakar eminim ki ileride (en altta)

Peki bu kan değişimi Toro Rosso'yu istediği yere çekebilecek mi? Bu haftasonu koşulacak Macaristan GP'sine, takım, ciddi gelişme sağlayacak yeni bir paket ile gidiyor. Ama bu senenin iki çaylağını (ki Alguersuari, F1 tarihindeki en genç pilot olma rekorunu ele geçirecek bu haftasonu) birden barındıran takım, potansiyelini pistlere yansıtabilecek mi, bekleyip göreceğiz.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Batsın Bu Dünya

O kadar beklenmedik ve üzücü vefat haberleri, o kadar sık bir şekilde gelmeye başladı ki neyi nasıl yazacağımı bilemiyorum. Ekranların sessiz simalarından Orhan Şengürbüz'dü ilk ayrılan. Karısının yaşam mücadelesine, kendisinden çok şey vermiş olsa gerek ani bir beyin kanamasıyla hayatını kaybetti. Hayatın başta Şengürbüz ailesi olmak üzere hepimizi ters köşeye yatırması denilebilir buna en azından. Ercan Taner, kendi köşesinde arkadaşlarından gelen taziye haberlerinin ilk önce Vedat Okyar için olduğunu sandığını yazmış. Maalesef bugün o haberi de almış bulunuyoruz. Büyük Beşiktaşlı Vedat Okyar da dalgalı saçlarını alıp gitti. Iki güzel insanın da toprağı bol olsun.

Bunun yanında motorsporları dünyası da beklenmedik kayıplar verdi haftasonu. Hem 4 tekerlekte hem 2 tekerlekte dünya şampiyonu olan tek kişi John Surtees'in oğlu Henry Surtees, Brands Hatch'te yapılan F2 yarışında bir başka aracın kopan tekerleğinin kendisine isabet etmesi sonucu daha 18 yaşında hayatını kaybetti. Gerçek anlamda görülmez kaza, bu kadar erken ve beklenmedik olması çok daha acı veriyor. Son vefat haberi de Bulgaristan'dan. Seneye Dünya Ralli Şampiyonası'na dahil olma adayı Bulgaristan Rallisi'nde Brain Lavio'nun Peugeot 207'si 7. etapta yoldan hızlı bir şekilde çıkmış ve sağ tarafını bir kayaya çarpmış. Lavio'nun co-pilotu Flavio Guglielmini de olay sırasında hayatını kaybetmiş. Pilot ise yaralı ve hastanede. Bu olaydan sonra Bulgaristan Rallisi de iptal edilmiş.

Eski Celtic'li John Hartson'dan gelen haberler de pek iç açıcı değil maalesef. 34 yaşındaki forvete geçen hafta testis kanseri teşhisi konmuştu, daha sonra da hastalığın ciğerlere ve beyne sıçradığı anlaşılmıştı. Durumunun kritik olduğu haberleri dolaşıyor an itibari ile. Umarım zor mücadelesini yener ve sağlığına kavuşur kendisi de.

Haftaya çok güzel bi başlangıç olmadı, inşallah başka kötü haber duymayız. Bu post bitmeli artık.

17 Temmuz 2009 Cuma

Ali Sami Yen - Seyrantepe Hattı

Galatasaraylı'ların uyanamadığı bir karabasan bu stad olayı. Her safhasında ha oldu ha olacak diye konuşulup bir türlü tamamlanamayan, sen gittikçe uzaklaşan ufuk çizgisi gibi. Yeni stadın inşaatına başlanmasına rağmen.

Bu aralar GS'nin şimdiki ve gelecekteki stadı ile ilgili bilgiler duyuyoruz, dikkatinizi çekmiştir. Ilk önce proje Eren Talu'dan alındı, dün gelen haberlerle yeni ihalenin tarihi de belli oldu (27 Temmuz). Sonrasındaki yol da kısa değil ama bir şekilde yapılacak bu proje artık. Yerimizi ayırttık, maçları izlemek istiyoruz ama bu ne zaman olacak bir türlü emin olamıyorum.

Bir yandan da Ali Sami Yen'den haberler geliyor. Eski Açık'ın üstü ultrAslan'ın da istediği gibi kapanıyor. GSYIAD'ın finansallarını karşılayacağı ve portatif olacak tavan, istenirse daha sonra Florya tesislerinde kullanılabilir. Bir yandan da, tam olarak kafama yatmamış olsa bile, Eski Açık'a loca eklentisi de olacakmış. Nasıl olduğunu tam olarak anlamasam da, eğer doğru ise son derece masraflı bir olay. Bu iki gelişme de bana sanki Ali Sami Yen'de daha uzun yıllar duracakmışız hissi veriyor.

Tamam ASY'de çok güzel zaferler, inanılmaz geceler yaşadık ama artık keyif de verecek bir stat istiyor bu bünye. UEFA Kupası kadrosunu (tatsız yollarla da olsa) emekli ettik, sıra geldi onların mabedine. Nostaljiyi bırakıp üstüne ekleyerek devam etmek lazım, hem sahada hem de stadda.

Tobol 1 - 1 Galatasaray


Sezonun hem en önemli hem de en önemsiz karşılaşmalarından biri olarak yazılacak heralde bu akşamki Tobol maçı. Önemli çünkü bu tip küçük takımlara karşı gardı düşük yakalanmak daha olası, hem de rakibin ligi çoktan başlamış ve ne yapacağını bilen bir rakip ise. Önemsiz çünkü daha temmuz ve uzun (olacağına inandığımız) bir yolun başlangıcının başlangıcı. 

Çok fazla teknik taktik yazılacak bir maç değildi, neyse ki yanımda bir arkadaşım vardı da uyumadım hatta. Ama aklımda kalan bazı şeyler var. Bir kere gençlerle başlamak hem onlara güven ve zaman vermek açısından hem de asıl takımı erken forma sokup sezonun kritik haftalarında form düşüklüğüne sokmamak açısından önemli. Yarı suni bile olsa Rijkaard, gençlere şans veren bir hoca kimliğine bürünür artık. Ama o zaman insan soruyor, her hazırlık maçında oynatıp beğendiğin Emre Çolak nerede? Çok rahat bu maçta oynayabilecek ve oyuna katkı sağlayabilecek bir isimdi oysa ki. Ayrıca yine Sabri'nin kullandığı duran toplara kalmazdık, inşallah bir gün o hastalığı da atıcaz üstümüzden. Eskiden Hasan Şaş'ın kullandığı kısa kornerler vardı, onun gibi bu da. 

Alpaslan'a da bir paragraf açalım. Benim sevdiğim bir oyuncu, bu akşamki oynu veya kırmızı kartı düşüncelerimi çok da etkilemedi. Kendisine gösterilen iki sarı kartın da ağır olduğunu düşünüyorum, keza birincisinde önce kaymasına rağmen sonradan ayağını çekmişti. Yine de emin olmak için tekrar izlemem lazım. Nolursa olsun Alpaslan'ın Volkan Yaman'dan daha nitelikli bir sol taraf yedeği olacağına inanıyorum. 

Bir de özlemişiz stadlarla elektriklerin gitmesini. Ben ilk yarı bitti zannetmiştim, daha devamı varmış. 

Maçı sıktık sıktık bu kadar suyu çıktı, haftaya Ali Sami Yen'de canlı canlı sezonu açtığımızda daha enteresan şeyler yazacağımıza eminim. Ayrıca yarın bir sonraki tur için kura çekimleri var, hem Fenerbahçe'nin hem de muhtemelen Galatasaray'ın rakiplerini de öğrenmiş olacağız. O bile bu akşamki maçtan daha aksiyon olabilir.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Antalya'da Politik Komplo Teorileri

2010 Avrupa Basketbol Şampiyonası'na ev sahipliği yapacak ülkemiz biliyorsunuz. Bunun için belirlenen 4 kentten biri olan Antalya, salonunun yetişmeyeceği tehlikesinden dolayı yerini Kayseri kaptırdı. Haberi de burada.

Antalya hem otel/yatak bakımından hem de görsel güzellikleri Kayseri'den daha ileride bir yer, çok tartışılacak bir yanı yok bunun. Salonun yetişmemesi çok önemli bir gerçek ama insan düşünüyor, yerel seçimlere kadar Antalya'da hem stat projesi hem de basketbol salonu bir şekilde gidiyorken, AKP'nin bu şehri kaptırmasıyla neden bunlar durdu?

Gerçeklik payı vardır veya yoktur, bilemem, ama ülkede çok yerden koku geliyor; tatsız kokular.

14 Temmuz 2009 Salı

Takım Yapmak vs Takım Olmak


CM'nin ilk versiyonlarını kuzenimle oynadığımız günleri hatırlıyorum. Oyunculara idmanları kendin yaptırdığın, şimdi bakınca eften püften olan ama aynı zamanda bir çok doğrusu olan güzel bi oyundu. Bir yaz günü ligde birbirimize karşı oynuyorduk, 7 kişi kalmama rağmen Arsenal ile yanılmıyorsam kuzenimin Liverpool'unu 3-1 yenmiştim. O kadar mutlu olmuştum ki kuzenimle bu olayı yazıya dökmüştük, ikimiz de altını imzalayıp duvara asmıştık. Çocuk kafası...

Yıllar sonra düşününce belki de bir takım olma hikayesiydi o çocuksu zaferim. Sanal ortamda en azından. Yoksa güzel bir jenerasyon yakalamak, takım içindeki kolej havası kavramlarının farkında değildim tabi ki 8-9 yaşında.

Bu hikayeyi günümüz futbolunda Chelsea'ye uyarlayabiliriz. Abramoviç öncesi (AÖ) ve Abramoviç sonrası (AS) olarak çok farklı boyutlarda olan bir takım Chelsea. En başta takım yaptılar, herkesi aldılar, deliler gibi para saçtılar. Los Galacticos'un Ingiliz versiyonu, The Galactics oldular belki de. Ama yerel başarılar dışında ellerinde kupa göremedik. Şimdi takım olma niyetindeler. 2 sene önce Kaptan Terry'nin son penaltıyı kaçırması, yağmur damlaları arasındaki hüznü, Lampard'ın annesini kaybettikten sonra geçirdiği periyot, geçen sene Barcelona'ya kendi evlerinde elendikleri maçta yaptıkları hareketler... Takım yapmak ile takım olmak arasındaki insani farkı yaratan şeyler bunlar.

Chelsea takım olmanın, yani parayla alınamayanın peşine düştüğünde de onun rolünü başka takımlar doldurdu, dolduruyor. An itibari ile bunun iki bayrak taşıyıcısı Real Madrid ile Manchester City. Real Madrid bir piskolojik ezilmeyi üstünden atmak isterken Manchester City'nin işi ise çok daha zor. Yarım asırdır çok önemli bir başarıları yok ve şimdi sıcak para ile sıfırdan futbol kültürü inşaa etmeye çalışıyorlar. Büyük hayallerle kurulan yeni bir şirket gibi: Ya hayale inanırsın, ya da güvenliyi seçersin. Kaka güvenliyi seçti, Tevez hayalleri (ve parayı).

An itibari ile Man City, takım yapıyor. Önemli transferler ile elde malzeme toplamaya çalışıyor. Gelenlerin bir kısmı gidecek, yenileri gelecek, bir oyuncu sirkülasyonu olacak ve bir süre sonra takım oturacak (diye umuyoruz). Tevez'i, Gareth Berry'i almaları, onları gittikçe daha güvenli bir bölgeye çekiyor. Yani şu anda yaptıkları her büyük transfer, bundan sonraki büyük transferleri kolaylaştırıyor. Asıl atılımı sahada yapmalılar ama. Bu sene ligde önemli bir aşama kaydederlerse o zaman, paranın da yardımıyla, ciddi bir çekim merkezi olabilirler.

Yine de Man City'nin işi zor, yokuşu dik. Başarı eşiği kısa bir süre içinde geçilemezse, harcanan milyon pound'lar heba olabilir. O zaman da bir başkasına satılır kulüp, yeni milyon pound'lar, yeni business plan'lar ve yeni umutlar. Peki ya taraftarlar ve futbol?

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Red Bull Kendini Kanatlandırdı


Pistlere dönmenin heyecanı ve sevinci içindeyim. Nihayet Formula 1 hakkında tamamen performansa dayalı bi yazı yazmanın arifesinde, içim kıpır kıpır. Hemen başlıyorum dünkü Almanya GP'sinin yazısına.

Bu yarışın ana karakteri, protagonisti kesinlikle Webber. Ilk yarışında çıkıp Minardi'siyle 5. olan, pilotlar birliği başkanı olgun kişiye zaten kişisel sempatim hep vardı. Hatta ailem ve arkadaşlarımın da var, bi kere üniversitemize gelmiş ve bizzat benle yarışmışlığı var çünkü. Neyse kişisel hikayeler bir yana, gün onun günüydü. Ilk pol pozisyonunu ilk galibiyete çevirdi, daha ne olsun, yarış sonunda mikrofonunda duyulan çığlıklar boşuna değil. Startta zorlanacağı belliydi, sonuçta Barrichello'dan daha ağırdı ve ilk viraja uzun bir koşu onun dezavantajınaydı. Zaten ilk virajda da geçildi, hatta Brawn pilotunun üstüne kırıp bir pitten geçme cezası da aldı. Ama şansı 3. Kovalainen'in herkesi geride tutması oldu. Böylece ikili önde başbaşa kaldılar. Rubens, 3 pit stopunun işe yaraması için gereken farkı da açamayınca Webber için herşey kolay oldu. Vettel de bütün sıkıntıları aşarak 2.lik kürsüsüne çıktı ve Red Bull kanatlandı.

Madalyonun diğer yüzünde de performansı gittikçe Red Bull'un arkasında kalan Brawn var. Hem Ingiltere'de hem de Almanya'da gerilerde kalıp az puanlar aldılar. Button'ın önemli bir puan avantajı var hala, ama markalarda dipdibe geldi iki takım. Senenin geri kalanına renk geldi. Brawn'lar, çok alışık olmadığımız bir şekilde düz yolda zigzag çizdiler yarış sırasında, sanki formasyon turundaymış gibi. O derece ısı kaybı var lastiklerinde. Yani sezonun geri kalanındaki yarışların hangi sıcaklıklarda geçeceği önemli bir etken olacak şampiyonu belirlemede. Bir de Rubens Barrichello'nun açık ve net bir şekilde kendi takımını suçlaması var yarış sonu. Kol kırılır yen içinde kalır felsefesinden uzak bu sözler. Yine de Ross Brawn gibi bir taktik dehasının bu tip temel hatalar yapması gerçekten enteresan. Zaten ateşten lafları söndürmüş tecrübeli teknik adam, Rubens'ten özür dileyerek. Ama eminim kapalı kapılar ardında bu işin yapılış şekliyle ilgili ciddi bir zılgıt yiyecektir Rubens.

Şimdi de Ferrari ve Mclaren. Iki büyük de ciddi aşama kaydediyorlar henüz yarış kazanacak seviyeye gelmeseler de. Mclaren cumartesi günü ışıldadı ama Hamilton'ın ilk virajda lastiği patlaması herşeyi berbat etti. Tur yiyen tek kişi olarak bitirdi yarışı. Kovalainen ise yeteri kadar hızlı değildi ve başlarda 3. gittiği yarıştan sadece 1 puan çıkarabildi. Cumartesi günü geride kalan Ferrari ise Massa'nın podyumu ile ölü toprağını üstünden attı. Hız yerinde, ama dayanıklılık hala yeteri kadar iyi değil. Raikkonen, yine mekanik sebeplerden yarış dışı kaldı, puan alabilecek bir yerdeyken. Yine de iki takım da sezon başı kabuslarından uyanmışa benziyorlar.

Arada bir satır açıp Sutil'e değinmek lazım. Zira Force India gibi Formula 1'in fasulyeden bir takımında ciddi işler çıkarmaya devam ediyor. 7. pozisyondan yarışa başlaması ve bunu ilk 10'daki en ağır benzin yükü ile yapması çok büyük bir başarı. Yarışta da 4-5. sıraları zorlar bi durumdaydı, pite girerken de 2.ydi. Nolduysa bundan sonra oldu. Pitten çıkar çıkmaz Raikkonen ile yanyana geldiler ve Sutil, ön kanadından oldu. Bir pit daha derken geride kaldı ama gönüllerimizde yerini sağlamlaştırdı. Bir noktaya daha parmak basmak lazım, ikinci kere puan almaya çok yaklaştı ve Raikkonen'in darbesiyle hayalleri kül oldu (bknz geçen sene Monaco).

Webber ve Sutil'den sonra güzel bi performans da Rosberg'den geldi. Yetenekleri belli ama Williams, ona yeteri kadar iyi bir araç veremiyor. Verdiği zaman da bugünkü sonuçlar ortaya çıkıyor. 4.lük anasının ak sütü kadar helal. Nakajima'nın ise ne zaman takımdan yollanacağını hevesle bekliyorum. Formula 1 daha kaliteli pilotlara layık. Nelsinho ile Nakajima, sevmediğim bir eküri, zaten çokça da yazdım. Nelsinho'nun vaktinin sınırlı olduğu artık biliniyor, bu son yarışı bile olabilir. Darısı Kamikaze Nakajima'nın başına. Zaten bu ikili, Force India pilotları dışında henüz puan alamayan tek adamlar.

Buradan da Nelsinho'nun takım arkadaşına geçelim bari. Alonso yine çok başarılı bir sürüş ile Renault'sunu 7.liğe taşıdı. Fransızlar, aşama kaydediyorlar ama takımın da dediği gibi geçen sezonki sürprizlerini tekrarlamaları imkansıza yakın.

Bir muhtemel son yarış da Bourdais için. Toro Rosso pilotu, aslında çok potansiyelli olmasına rağmen iki sezondur bir türlü ısınamadı Formula 1'e. Yerine kim gelecek dedikoduları dönüyor. WRC şampiyonu Sebastian Loeb, vatandaşının yerine geçmek istediğini açık açık belirtti ama onların sezonu devam ediyorken zor. Belki sonraki senelerde. Ama bence, Raikkonen'in WRC'ye tam zamanlı geçişi kadar Loeb'ün de Formula 1'e tam zamanlı geçişi zor.

Iki haftaya hala nasıl takvimde kaldığını anlamadığım Macaristan yarışı var. Dar ve eski bir pist, yarışları da genelde sıkıcı geçer. Ama Red Bull - Brawn rekabeti bu durumdayken şampiyona açısından oldukça kritik bir yarış olacak. Bakalım Red Bull kazanıp arayı kapayacak mı, yoksa Brawn kazanıp Red Bull'un yelkenlerini indirecek mi?

10 Temmuz 2009 Cuma

Kaptan Arda

Günün flaş haberi Arda'nın kaptan oluşu ve 10 numarayı sırtına geçirişi. Tek haberin arkasında bir çok haber bu aslında.

Bir kere malumunuz kaptanlık sorunu vardı Galatasaray'da. Hasan Şaş, Ümit Karan, Ayhan Akman, Cassio Lincoln derken pinpon maçına dönmüştü olay ve postayı koyan da Arda olmuştu. Haklı veya haksız bilinmez, ama Galatasaray'daki bazı şeylerin değiştiğini, bazı şeylerin de değişmediğini gösteren bir hamle bu. Şu ana kadar Galatasaray'da kaptanlar hep yaş olarak nispeten büyük ve takımda uzun yıllar oynamış oyunculardan seçilirdi. Arda'nın pazubandı, bu konuda tam bir devrim aslında. Ama altyapıdan gelmiş olduğunu unutmamak lazım; belki de Galatasaray forması altında en çok maç yapan kişi olabilir şu anki kadroda. Bir başka değişen de takımdaki ağabey otoritesi. Çok uzun yıllar boyunca hep lafı dinlenen, güç merkezi olan, istediğini seven istediğine kumpas kuranlarla doluydu Florya. Türk futbol tarihinin en büyük başarılarını kazanmak da onlara karşı koyulamaz bir apolet vermişti bunun için. Hasan Şaş ve aynı kadrodan olmasa da Ümit Karan'ın gidişiyle, bahsi geçen tarzda bir ağabey kalmadı. Bu da Arda gibi bir oyuncunun kaptanlığa giden yolunu açtı. Ama zannetmiyorum ki Arda, kaptanlıkla beraber otoriteyi de kendine çeksin. Florya'daki çimlerde ve ASY'deki sahada artık daha demokratik, yaş farkları umursanmayan bir takım izleyeceğiz izlenimiydeyim, ve sevinçliyim.

Otorite merkezi oyuncular azalmış olsa da, takım oyuncularının klüp içindeki gücü devam ediyor aslında. Kalli sonrası, Cevat Güler ile beraber futbolcunun hüküm sürdüğü ve başarıya ulaştığı günlerden sonra, geçen sene "1. kaptanlıktan başkasına tamah olmam" diyen Arda'nın 1. kaptanlığa yükseltilmesi, belki de kulübün oyunculara karşı elinin hala yeteri kadar kuvvetli olmadığı anlamına geliyordur bence.

Sonuçta kaptanlık olayının son bulması Galatasaray'ın iç huzurunu sağlaması ve geçen sene eksik kalan, çatlak kalan yerleri doldurması için önemli bir adım. Hem de aslında bir değil, iki adım. Çünkü Arda'nın yeni rolü, hem kaptanlık krizini bitirdi hem de Lincoln olayını.

Lincoln olayı yeni değil. Adnan Polat'ın açıklamaları ve GSTV'de yer almasıyla yalanamaz bir tükürük oldu zaten. Son olarak da Lincoln'e emanet edilen Metin Oktay forması, Arda'ya verilmiş oldu. Bu da önemli bir huzursuzluk kaynağının kurutulması, takımın ve oyuncularının daha istikrarlı olması yolunda önemli bir adım.

Doğal kaptanlık hali ile Galatasaray'ın pazubandını 22 yaşında koluna takan Arda için bu olayın ona pozitif etki yapmasını umuyorum. Peki bunun bir Avrupa yolculuğu ihtimali ile ilişkisi ne? Onun cevabını merak ediyorum.

Lucarelli ve Livorno: Aşıklar Birleşince


Yıl 2004. Kardeşimin Italya'da okumaya başlaması zamanlarıydı, ilk defa gittiğim bu ülkedeki herşeye meraklıydım. Onu yerleştirme hengamesinden zaman ayırdım, bankadan biletimi aldım (evet orada bankalardan alınıyor maç bileti). Sonra da San Siro'da maç izlemek için metroya bindim.

2004-2005 sezonunun başlangıç maçıydı AC Milan - Livorno. Milan, son şampiyon. Taraftar stadı doldurmuş, biz de renklerimizi belli etmek açısından Galatasaray t-shirt'ü ile gittik maça. San Siro devasa, dört kulenin arasına kurulmuş bir zindan gibi neredeyse. Yeni değil, sadece devasa. 10 sene içinde Mad Max'in yeni filminde kullanılabilir. Turist kafası, bir de Milan bayrağı aldık. Maç havasına girmek için.

Içeride, bir kale arkasında tribünler coşarken, öbür tribündekiler nispeten daha suskunlardı. Bir taraf meşaleler yakıp tezahüratlar yaparlarken öbür taraf bir tek koreografi ve bir tek tezahürat ile maçı bitirdi. Bir tarafa aşık oldum, öbür taraf sınıfta kaldı. Aşık olduğum taraf Che, SSCB, Küba ve Irak bayraklarının doldurduğu Livorno tarafıydı.

Livorno'nun 55 yıllık Serie A özlemine son verdiği maça gitme şerefine bilmeden nail olmuştum. Hem de ne başlangıç. Komünist Livorno, Berlusconi'nin takımı son şampiyon AC Milan'a karşı, San Siro'da. Ve 2-2 berabere bitiyor maç. Iki golü de Lucarelli atıyor. Maç sırasında Curva Sud'u susturan Livorno taraftarları, maçtan sonra da kendilerine yağan yabancı maddeleri aynen sahiplerine nişanlıyordu. Yorumcuların sahalarda görmek istemedikleri ama taraftarların övüneceği bir performans. Livorno aşkım o gün başladı, ertesi gün de dükkan dükkan forma aradım.

Aradan yıllar geçti, Italya'da hala Livorno sempatizanıyım. Serie B'ye inişleri ve geri çıkışlarını uzaktan da olsa takip ettim. Ama en çok üzen olaylardan biri, Livorno'nun yerel çocuğu ve kahramanı Lucarelli'nin çok sevdiği takımından ayrılmasıydı. Shaktar Donetsk ve Parma maceralarından sonra Luca, evine geri döndü sonunda.

Evinin yanına kütüphane açan bir futbolcuyu, takımının taraftarlarını gözaltına alındıkları deplasman karakolundan otobüs tutup kaçıran bir adamı nasıl sevmezsiniz ki? Veya Rusya'dakinden çok SSCB bayrağını tribünlerinde dalgalandıran, işgal altındaki Irak'ı destekleyen, meşalenin yanında şişme bebek sallayan Livorno taraftarlarına nasıl gıbta ile bakmazsınız? Sonunda star-crossed lovers birleşti.

Not: Kaynak burada.

Hayallere Giderken Yardım



Yüksek seviye hayalperest kişiliğim ile hiç bağdaşmayan bir hayat tarzını yaşıyor durumdayım an itibariyle. Ve belki bloglar sayesinde yaratıcılığımı sürdürüyorum ve geliştirmeye çalışıyorum. Az biraz da fotoğrafçılık. Tam bu yüzden de hayallerini gerçekleştiren veya gerçekleştirmeye çalışan akranlarıma çok büyük saygı ve (itiraf edeyim) kıskançlıkla bakarım.

Öznemiz, üniversiteden arkadaşım Efe Kuyumcu. Bizim okulda okurken tamamen alakasız, ders nedir bilmez, bardağında içki durmaz Izmirli bir ayucuk idi. 3. sınıfın sonunda tak etti canına, çok sevdiği deniz-tekne hayallerinin peşinden dünyanın öbür ucuna gitti. Artık hobisinin ve aşkının sadece alaylısı değil, aynı zamanda mekteplisi de. Geçen gün kendisinden bir mail aldım. Aynen buraya iliştiriyorum. Hayallerinin peşinde koşan arkadaşıma en büyük yardımım bu; daha büyük yardımları edebilecek birine ulaşmaya çalışmak, sesini yükseltmek Efe'nin. Gereken dökümanları bende var, eğer ilgili iseniz veya ilgili olabilecek birini tanıyorsanız emaillemeye hazır ve nazır. Söz EFK'da.

Lafı uzatmadan hemen konuya girmek istiyorum. Çok uzun süredir aklımda olan bir projeyi son iki senedir hayata geçirmeye çalışıyorum ve sonunda hayalim gerçeğe dönüşmeye başladı.

2012 Londra Olimpiyatları'nda ülkemizi Finn sınıfında temsil etmek için hazırlanıyorum. Finn sınıfı tek kişilik bir sınıf olup, 60 yıldır olimpiyatlarda aralıksız yarışılan tek yelkenli sınıfıdır. Aynı zamanda yelkenin ağır sıklet sınıfı olarak da bilinir. Ailemin, bağlı bulunduğum Çeşme Yelken İhtisas Klubü'nün ve Türkiye Yelken Federasyonu'nun desteğiyle bu yolda olabildiğince başarılı bir sonuç almak istiyorum.

Önümüzdeki hafta itibariyle, teknemin de gelmesiyle birlikte antrenmanlara başlıyor olacağım. Öncelikli hedefim ise Ağustos 2009'da Bulgaristan'da gerçekleşecek Avrupa Şampiyonası'na katılmak. Milli takımdan ve uluslararası bir platform ve seviyede yarışmaktan uzak kaldığım son yıllarda eksiklerimi görmemi sağlayacak olan bu
yarıştan sonraki hedefim olabildiğince hızlı bir şekilde eksik ve açıkları kapatıp esas hedefim için yoğunlaşmak olacaktır.

Bu onurlu hedefim içinse maddi ve manevi desteğinize ihtiyacım var. Türkiye'de çok fazla sporcunun yarışmadığı Finn sınıfında kendimi geliştirmek için yurt dışında antrenman ve yarış için vakit geçirmem gerekiyor. Bu zorlu yolculuk için gerekli maddi bütçenin bir kısmı karşılansa da, profesyonel boyutta bu görevin altından kalkabilmek
için gerekli bütçe kişisel çabalarımla karşılayabileceğim miktarın çok üstündedir.

Sponsorluk kanununa göre tütün ve tütün ürünlerinin dışında araba lastiğinden kırtasiye firmasına kadar her türlü firma sponsorluk verebilir ve bu sponsorluk bedeli de Gelir ve Kurumlar Vergisi Yasası'na göre amatör sporlara destek olarak yüzde yüz gider olarak
sayılır. Bu sponsorluk lojistik yardımdan malzeme tahsisine kadar bir çok şekilde gerçekleştirilebilir. Çalıştığınız veya tanıdığınız firmalarda ulaşabileceğim birimler sayesinde irili ufaklı sponsorlar sayesinde bu hedefime ulaşabileceğime inanıyorum.

Yardımcı ve destek olabileceğiniz konularla ilgili bana
ekuyumcu@gmail.com veya 0533 336 77 22 numaralı telefondan geri dönebilirseniz çok sevinirim. Sizlerin yardımıyla bu işi başarabileceğimden hiç bir şüphem yok.

En içten sevgi ve saygılarımla

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Spor ve Reklam Ilişkisi


Sabah, BIY bannerlarında GSstore.org reklamı dikkatimi çekti. Kendi sitemde Galatasaray reklam veriyor, enteresan bir his. Ama hisleri geçince arkasından bir çok düşünce geldi.

Bir taraftar olarak Galatasaray reklamı beni üzmüyor ama az önce Fenerbahçeli bir blogger'ın sitesinde de aynı reklam vardı. Düşündüm, kişisel olarak tercih etmeyeceğim bir durum Fenerium'un benim blogumda reklam vermesi. Bir taraftar olarak en azından. Ama bu en sığ düşünce; buzdağının sualtı tarafı var bir de.

En başta blogların ne kadar önemsenmeye başlandığını görüyoruz. Galatasaray gibi bu ülkenin en önemli markalarından biri dönüp BIY'e reklam veriyorsa, BIY ve onu yaratan blogcuların ortaya artık belli bir değer koyduğunu görüyoruz. Kendi alanında reklam vermek isteyen GS'nin, BIY'e dönmesi ve ulaşmak istediği kitleye ulaşmada bir yol olarak buraya reklam vermesi, günlük vaktinden feragat edip karşılık beklemeden yazı yazan biz blogcuların seslerinin duyulmaya başladığının, ortaya belli bir değer çıkardığımızın ve ufak da olsa bir çekim gücü olduğumuz resmidir bu reklam bence. Aynı şeyi belki Nike reklam verdiğinde de konuşabilirdik ama Nike zaten doğası itibariyle reklam veren ticari bir kuruluş. Galatasaray ise, sonunda AŞ gibi iğrenç bir takı olsa da bir spor klübü. Arada çok ufak nüans farkları var. Yine de bu işin Nike ile başladığını düşünenlere de hayır diyemeyeceğim.

Yukarıdaki paragrafta yazdıklarım bir spor klübü, bir spor sitesi ve spor meraklıları sisteminde gelişen bir olaydı. Ve bence doğru ve güzel bir örnek. Bugün gördüğüm ikinci olay ise biraz daha farklı. Forbes'da dünkü Michael Jackson Tribute'uyla ilgili bir yazı gördüm bugün. Staples Center'da yapılan tören. Törenin ortasında da salonun isim haklarını satın almış Staples'ın kocaman reklamı. Burada spor ve sporseverler aslında kullanılıyor. Bir araç gereççi/tuhafiyecinin spor salonu üstünden müzikseverlere ulaşması. Burada değeri yaratan spor değil, Michael Jackson ve isim haklarını 20 yıllığına alıp oraya ismini veren Staples. Spor ise, sadece salonu ile, bir aracı.

Reklam, uzaklaşamadığımız bir şeytan. Istemiyoruz da, onsuz yapamıyoruz da. Ama hangi reklamın, ne şekilde, hangi mecrada kullanıldığı çok önemli. Alakasız reklam, çok ciddi bir iticilik kaynağı ve antipati uyandırıyor. Ama belli bir ismi, belli bir mecrada kullanmak hem başarılı hem de mesaj verici olabiliyor. Aynen yukarıdaki iki örneğin farkı gibi.

Toparlamaca

Arasıra oluyor bana bunlar, yazamıyorum yazamıyorum sonra hepsini toplayıp bir kerede yazıyorum. Okumak üzere olduğunuz post da böyle birşey.

- Wimbledon finalini açtığımız anda Roddick, kendisine ilk seti kazandıran puanı alıyordu. 4 saat sonra düğüne gitmek için son seti 10-10 bıraktığımızda iki finalisti ayıran hiçbir şey yoktu hala. Setler 2-2, oyunlar 10-10, hatta skor da 15-15'ti yanılmıyorsam. Tek enteresan şey, o ana kadar Federer, bir kere bile Roddick'in servisini kıramamıştı. Aldığı iki set de tie-break'ten. Roddick ise sadece 2 oyun kırabilmişti, aldığı her set başına bir tane. Bir yandan da çok ciddi bir ace savaşları vardı kortta. Biliyorsunuz artık, Federer finali kazanmış durumda ve tarihte en fazla Grand Slam kazanma ünvanını ele geçirdi. Ama olay o değil. Maçı, kilitlenmiş bir eşitlikte bıraktığım için çok mutluyum aslında. Çünkü artık o maç, kazanmak veya kaybetmek için oynanmıyordu; sonsuzluğa berabere devam edecek ama hiç bitmeyecek şekilde paketlenip yollandı benim gözümde.

- Rijkaard'ın müzikal zevkini de okumuş olduk bu hafta. Nirvana'dan Pixies'e, The Smiths'ten Sex Pistols'a çok ciddi bir müzik zevki var çikolata renkli Hollandalı'nın. Flying Dutchman da güzel bir gönderme yapmış bu habere. Kendisinden sonra Barcelona teknik direktörü olan Guardiola'nın Coldplay aşkını biliyorduk ama güzel oldu adam gibi müzik zevki olan birinin takımımızın başına geçmesinin. Şimdi GS'de oyuncu olmak vardı.

- Formula 1 sonunda pistlere ve sadece pistlere dönmeye başlıyor. Haftasonu Almanya GP'si var. Nurburgring'de rövanş zamanı hatta. Button, rüya gibi geçirdiği sezonda çok istediği "home" yarışını Vettel'e kaptırmıştı. Şimdi de Vettel'in evindeyiz, Button için ayrıca bir motivasyon olabilir. Göreceğiz. Her ne kadar Button ve Brawn bu seneyi götürüyor gibi gözükse de Red Bull ve Vettel'in işin peşini bırakmaması güzel. Yine de Brawn, aynı rekabetçi seviyeyi seneye de korumak istiyorsa olabildiğince erken şampiyonlukları kapıp 2010'a konsantre olmalı, çünkü büyük takımlar şimdiden o işe kolları sıvadı.

- Tour de France devam ediyor. Gol Atan Kaleye, bir ara değindi bu konuya ama henüz gerisi gelmiş değil. 4. günde uzun zamandır yapılmayan zamana karşı etap koşuldu, Astana kazandı. Armstrong ile sarı mayo arasında da saliseler kaldı. Hem de bu sefer takım kaptanı değil. Ilerleyen günlerde bu konuya da değiniriz.

3 Temmuz 2009 Cuma

Beşiktaş'ın Hassas Dengesi

Inönü Stadı'nın etrafından geçerken düşündüm sabah. Beşiktaş şampiyon oldu ama Beşiktaşlılık psikolojisi nerede?

2002-2003 sezonuna dönelim; 100. yıl. Sezona taş gibi başlamıştı Beşiktaş, çok iyi oynuyordu, önüne geleni yeniyordu. Biraz hakem hataları oldu lehlerine (mesela Kocaeli deplasmanı) ama sonuçta genelde hakkeden takım BJK olduğu için çok bir ses çıkmıyordu. Sezonun ikinci yarısında ise Galatasaray ile çok ciddi bir rekabet içine girmişlerdi şampiyonluk için. BJK de ilk devredeki performansını sergileyemiyordu. Burada hakem hataları GS aleyhine dönmüştü (mesela ASY'deki Adana maçı). Yine de her türlü spekülasyon, Inönü'de Sergen'in golüyle bitti.

100. yılında şampiyon olan Beşiktaş, bir daha şampiyon olabilmek için 6 sene bekledi. Buradaki en büyük etkenin psikolojik olduğuna inanıyorum. Şampiyonluk sayısının düşmesi, Demirören faktörü ve medyanın etkisiyle hep Beşiktaş 3. büyüklüğe indirilmeye çalışıldı. Taraftarlarının tepkisine rağmen psikolojik olarak da oraya doğru ilerliyordu Kara Kartallar.

Bu sene gelen şampiyonluk o yüzden çok önemliydi. Yine bir GS veya FB birinciliği, hele de onların geride kaldığı bir sezonda şampiyonluk Sivas'a kaptırılsaydı Beşiktaşlı'nın psikolojisi derinden etkilenebilirdi. Sonuçta Mustafa Denizli, takımı mutlu sona ulaştırdı. Kazandığı psikolojik devinim ile transfer sezonuna giren Beşiktaş, hiç beklemediği goller yedi. Mehmet Topuz olayında Fenerbahçe ciddi bir gol attı. Sonra Galatasaray, hiç beklenmedik bir anda Gökhan Zan'ı kaptı. Belki Zan'ın arkasından ağlayan çok olmadı ama sonuçta GS, BJK'nin koynundan bir oyuncu (hem de kaptanlarından birini) çalmıştı. Saha içi performansı bilinmez ama transfer olarak bir goldür bu.

Demirören, yediği bu golleri çıkarmak için açtı kesenin ağzını kararttı gözünü. Nihat, Ismail Köybaşı ve Rıdvan. Önemli transferler, durumu hakkaten beraberliğe taşıdı belki de. Tekrarlıyorum, transferleri saha içi performanslarından bağımsız olarak, tamamen psikolojik olarak değerlendirmeye çalışıyorum.

Bu seneki Beşiktaş psikolojisi, kanımca çok önemli. Şampiyonluğun kazandırdığı devinim yavaşlamaya yüz tutuyor, hele bir de sezon içinde BJK taraftarının Demirören sevgisizliği tekrar hortlar ve takım da iyi sonuçlar alamazsa "3. Büyük" psikolojisi yine sarabilir hem taraftarları hem de rakipleri. Ama gidişat iyi olursa ve psikolojik devinim devam ederse Beşiktaş'ı çok daha iyi günler bekleyebilir. Yani bu sene, ilerideki bir kaç senenin gidişatı için kritik Kara Kartallar adına.

Beşiktaşlı değilim, hatam olmuş olabilir. O yüzden Beşiktaşlı arkadaşlardan yorum kısmına düşüncelerini rica ediyorum. Ben uzaktan bir göz olarak böyle görüyorum, hem diğer Beşiktaşlı olmayanların hem de Beşiktaşlı olanların bu konuda ne düşündüklerini merak ediyorum.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Keita ve Ötesi

Artık transfer dönemlerinde her sabah kalkıp "bugün acaba bomba patlar mı, kim gelir?" diye düşünmek bağımlılık yapıyor. Haldun Üstünel'e çok teşekkürler bunun için. Kader Keita da aynen öyle bir transfer. Bütün Galatasaray camiasına ve Türk futboluna hayırlı olsun.

4-3-3 dizilişinde her yerde oynayabileceğini, Lincoln'ün artık tamamen gözden çıkarıldığını ve takıma yapılması gereken diğer takviyeleri çok güzel yazan bloglar var. Boyumu aşan sulara girip aynı şeyleri tekrarlamayacağım. Zira Keita'yı çok izlemişliğim de yok.

Ama bir kaç adım yukarıdan da bakılabilir bu transfere. Yıllardır, özellikle de 4 büyüklere gelen oyuncuların hepsi "memleketi+yıldız" mertebesindeydi, oyuncunun osurukluk seviyesine bakılmadan. Yani adı sanı duyulmamış Alman oyuncu geldiğinde Alman yıldız mertebesine ulaşıyordu otomatikman. Daha sonra sahada şerefli mağlubiyetlerle yetinmezken Türk takımlarının vizyonu biraz daha genişledi oyuncu alımında. Hakkaten de elle tutulur adamlar da geldi, ülkemiz şenlendi, Avrupa futbolunda haritaya girmiş olduk en azından. Bu seviyenin en büyük transferi Hagi idi. Nasıl bir efsane olduğunu belirtmeye gerek yok ama bir yandan da Hagi bir piyangodur GS için. Geldiği yaş itibariyle sahada hiçbir şey yapmayan adam olsa kimse şaşırmayacaktı. Yani Türkiye, Avrupa futbol ve transfer haritasına girmişti ama tatil merkezi olarak.

Bir sonraki adımı da attık 21. yüzyılda. Yaşlı olmayan ama gözden düşen oyuncular geldi bir süre. Buraya mesela Anelka yazılabilir. Kariyeri gittikçe gerilemiş ve ahı gitmiş adı kalmış bir oyuncu idi, yaşına bakmadan konuşunca. Sonra Türkiye'de kafa dinledi ve oradan Premier League'e ve Chelsea'ye zıpladı. Aslına bakarsanız Kewell da böyle bir transfer.

Ama Keita transferinin de gösterdiği üzere, Türk futbolunun yabancı transferlerinde artık bir üst kademeye de geçiş var. Yani genç, hala iş yapan, en üst seviye olmasa bile iyi olarak anılan oyuncuların ülkemize gelmesi veya gelmeyi ciddi olarak düşünmesi. Bu bugün Keita'dır, yarın belki Poulsen'dir, Mellberg'dir (geç kaldık ama olabilirdi), belki de iki seneye Ronaldinho'dur. Yani aslında güzel bi atlamadır bu. Lyon ve Porto'nun birinci sınıf takımlara satamadıkları ile birinci sınıf takımlarda bekleneni veremeyen 25-30 yaş arası oyuncular bahsettiklerim.

Bir sonraki adımı da 3-4 seneye atabileceğimize inanıyorum. Nedir? Üst seviyelere gidecek takımların sondan bir önceki adımı. Yani bir bakıma belki Porto ve Lyon tarzı bir takım. Bunun için gereken elementleri yavaş yavaş topluyoruz ama eksiklerimiz var. En başta Avrupa çapında birincil takımlarda oynayabilecek genç Türk oyuncular. Yani o takımların ilgisini çekmek için güzel oyuncular. Arda, Mehmet Topal, Sercan Yıldırım en çok adı geçenler. Bunların gerisinin de gelmesi, Türk takımlarına olan ilginin devam ettirilebilmesi lazım. Bu durumda alt seviyelerdeki potansiyelli oyuncular için de Türk takımları önemli bir vitrin ve çekim merkezi olur. Özellikle bu sınıf oyuncuların yabancı versiyonları için çok da hazırlıklı değiliz. Yani gencecik yabancılar için sabrımız az ve onları yeterli derecede değerlendirebileceğimiz scout ekiplerimiz yok. Afrika'dan Brezilya'dan, Avrupa'nın alt liglerinden gelen genç oyunculardan hep Ribery performansı beklicez. Ama menajerlerin getirdiği videolardan adam seçen yöneticiler, ardarda hatalı transferler yapıp sabır seviyelerini aşağıya çekecekler gibi duruyor. Hatta o kadar başarısız transferler olacak ki bu makroplan'ın doğruluğu bile sorgulanacak desek yeridir. Umarım yanılıyorumdur.

Yani bugün Keita ve Ankaragücü'ne gelen Darius Vessall ile önemli transferler yapsak da, asıl aştığımız engeller psikolojik engeller. Farkında olalım veya olmayalım bir üst sınıfa geçmenin dayanılmaz hafifliğini hissediyoruz. Gerisi de yine ellerimizde.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Benzema Real Madrid'de


Kaka'nın imza töreniyle dikkatleri başka yöne çeken Perez, bugün de Benzema'yı Madrid'e getirdi. Manchester United'ın da Fransız golcünün peşinde olmasına rağmen bu hamlenin yapılması açık ve net bir mesaj: Kimi istersem alırım! Real Madrid, bütün futbolcuları içine çeken bir kara delik olma yolunda ilerliyor. Ama futbolun hali nice olacak?