sinanko etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinanko etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2009 Pazar

3 Taraflı Bir Maç

"Hakemler hakkında konuşmak istemiyorum" bir klişe artık, "ama maçın önüne geçen hakemler" de artık bir klişe; bir türlü yazıya nasıl başlayacağımı bulamıyorum o yüzden.

Dün akşamki Galatasaray-Kayseri maçını her düşündüğümde, aklım Selçuk Dereli'ye geliyor ve başka bir yere pek gidemiyor. Henüz maçın tekrarını izleyemedim, yani Lincoln'ün ve Aghahowa'nın penaltı pozisyonlarını göremedim. Tribünden ikisi de penaltı gibi geldi ama TV başındakiler ikisi de değildi diyor. Peki Lincoln'ün ikinci sarı kartı? Herkes tarafından kuralların tamamen yanlış kullanımı olarak gösterilen, çok haksız ve geceye çok büyük bir sekte vuran o ikinci sarı kart. 

Oysa Galatasaray ile Kayserispor arasındaki maçı hevesle de bekliyordum, ligin iki güzel top oynayan takımı. Biri gol atmaya bayılıyor, öbürü de attırmamaya. Bir futbol resitali, mücadelenin en güzelini izlemeye gitmiştim Ali Sami Yen'e. Nonda da golünü attı, ona da sevindik ama sonrasında maçı iki taraf için birden katleden Selçuk Dereli vardı sahada sadece. Hemen hemen her kararında sadece yanlışları çalan, gereksiz yere büyük bir futbol potansiyelini çöpe atan bir Selçuk Dereli. Biz futbol izlemek istiyoruz, yani kasap futbolcunun atılmasını ama oynayanın sahada kalmasını istiyoruz. Futbolsever olarak futbolcu izlemek istiyoruz, hakem değil. 

Az önce 2. yarısını izlediğim Konya-Beşiktaş maçında, oyuna elinden geldiğince müdahale etmeyen bir Koray Gencerler'i izlerken aklım tekrar Selçuk Dereli'ye gitti. Taçları 30 cm yandan kullandırtmak için oyun durduran ama bariz faulleri çalmayan, hem oyuncuları hem tribünleri tahrik ettikten sonra açıklama yapmayan hakemler, maalesef artık Türk futbolseverlerin korkusu oldu. 

Ben yine de bu kadar tahrik altında olmalarına rağmen oyunu çirkinleştirmeyen Kayseri ve Galatasaray futbolcularına teşekkür ediyorum; kaldı ki bir de onların arasında bir olay çıksaydı o zaman gerçekten çok çirkinleşecekti gece.

Peki bir soru: Eğer MHK, Selçuk Dereli'ye düşük not verip onu haksız durumuna düşürürse verdiği kararların yanlış olduğunu da onamış olacak demektir, bu durumda GS tribünlerinin haklı ama küfürlü tepkisine nasıl ceza gelecek? 

Sevemedik sizleri hakem camiası kusura bakmayın, ama hala elimizden geleni yapıyoruz...


Not: Az önce IBB'li Mahmut da Lincoln gibi haksız bir şekilde atıldı. Maçların 11'e 11 biteceği günleri iple çekiyoruz.

Duran Top Cambazı


Sabri Sarıoğlu... Galatasaray'ın altyapısından gelip 2. Fatih Terim döneminde A takıma girdi, yaklaşık 6-7 sene olmuş kısaca. Normalde sağ açık oynayan ama bu aralar Galatasaray'ın belalı bölgesi sağ beke kaymış bir oyuncu.Tabi ki niyetimiz insanları yermek değil, ama eleştirilmesi gerektiği zaman da eleştirelim. Agresif yapısını sevmediğim kadar azmini ve mücadelesini de sevmişimdir Sabri'nin. Sahada nereye koyulursa koyulsun elinden geleni yapan Sabri, her diğer oyuncu gibi hergün antreman yapıyor. Yani artık futbol topuna öyle veya böyle hakim olması lazım. Bir oyuncu, üzerinde başka oyuncu varsa kolay orta yapamaz, top atamaz vs. Peki niye Sabri'nin kullandığı bütün duran toplar hep kaleciye veya auta gidiyor? Niye Galatasaray'ın duran toplarını Sabri kullanıyor? 

Dünkü Kayseri maçında 60 dakika 10 kişi oynamak mecburiyetinde bırakılan bir Galatasaray var ve bu takımın en büyük silahı (durum icabıyla) duran toplar. Bunu nasıl bu kadar düzenli ve istikrarlı bir şekilde heba edebilir bir takım? Yandan hiç mi müdahale olmaz, kimse mi demez Sabri bırak başkası kullansın diye? Bileklerine bu kadar hakim bir Arda varken hele de... Arda'nın gidip kafa topu alması Suat'ın Juventus'a gol atması kadar zor (ama imkansız değil).
Sabri'nin idmanlarda serbest vuruş çalıştığını biliyoruz, peki niye maçlarda aynı performansı sergileyemiyor?

Sabri ve çevresindekilerin kombine bir sorunu bu ama beni korkutan ASY tribünlerinden yükselen homurtuların yakın zamanda protestoya dönüşmesi ve bir tribün-Sabri dalaşı... Inşallah yanılırım...

4 Şubat 2009 Çarşamba

Arda Turan Oley!!


Hak vermemek elde değil. Facebook hemen hemen hepimizin kullandığı bir site ve Arda Turan da hepimiz gibi bir insan (öyle diyelim öyle olsun, farklar var arada haliyle). Orası kişinin kendi özel alanıdır ve istediğini koyar, resimlere bakmadım ama belli ki rezil edecek bir resim de yok. Ama beli açılmış aktrislerin resimlerini "kariyeri boyunca çalıştı ama bu anda rezil oldu" şeklinde veren zihniyetlerin başka birşey yapması beklenemez. Oldum olası paparazzi konseptine kılımdır zaten. 

O zaman ilk önce kendi seviyelerinde bir cevap olsun bu, o dilden anlarlar: "Elalemin derdi seni mi deldi!" (Hakkaten baya kötü oldu bu)

Hemen arkasından geçen gün Michael Phelps hakkında yazdığım yazı gelsin; buyurun buradan yakın.

Sırada bu protesto eylemini başlatan Ali Okancı'nın Penne Arabiata'sından gelsin:

BUGÜN BAZI İNTERNET SİTESİNDE ARDA TURAN'IN ESKİ KIZ ARKADAŞIYLA EV ORTAMINDA ÇEKİLMİŞ SAMİMİ FOTOĞRAFLARI YAYINLANDI. BUNUN HABERCİLİĞİN HİÇBİR TÜRÜYLE BENCE İLGİSİ YOKTUR, ELLERİNE DE HİÇBİR ŞEY GEÇMEYECEKTİR. BİR İNSANIN ÖZEL HAYATINA BU KADAR GİRİLMEZ. ARDA'NIN ESKİ KIZ ARKADAŞI DA ZOR DURUMDA BIRAKILMIŞTIR. BU FOTOĞRAFLARI BASINA SIZDIRAN VE BUNLARI YAYINLAYANLARI KINIYORUM. BURADAN TÜM BLOGGER'LARA SESLENİYORUM; SİZDEN RİCAM BU FOTOĞRAFLARIN YAYINLANMASINI KINAMANIZ.

Tatlı olarak da işi sahibine bırakalım. Arda Turan'ın son albümünün ilk single'ı geliyor; "Zorunlu Açıklama":

Bugün bazı internet siteleriyle birlikte saygın bir gazetenin internet sayfasında şahsıma ait bazı fotoğraflar yer almıştır.

“Arda’nın Gizli Fotoğrafları" başlığı ile mahrem kalması gerektiğini kendi kendine itiraf eden bir buçuk yıl önce çekilmiş görüntülerin yayınlanması tek kelimeyle kişilik haklarıma saldırıdır. Buradaki amaç, şahsımı karalamak ve zedelemek adına her insanın özel hayatında yaşanan bir masumiyetin üzerine başka anlamlar katarak kamuya sunmaktır.

Özel hayatıma tecavüz olarak nitelendirebileceğim ve bir buçuk yıl öncesine dayanan bu fotoğrafları çalıp internet ortamına sızdıranlar ve bunları özel hayata saygı kavramını göz ardı ederek yayınlayanlar hakkında hukuki haklarımı saklı tutacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın.

Takımımızın zorlu maçlarının olduğu bir süreçte gerek futbolumu gerekse çalışma anlayışımı ve formam için mücadele aşkımı hiçbir dış güç ve entrikanın karalayamayacağını buradan bir kez daha kamuoyuyla paylaşırken bu fotoğrafları yayanların ve basanların kendi aile ve özel hayatlarına böyle bir müdahele yapıldığı takdirde nasıl tavır alacaklarını da bilmek isterdim. Ayrıca hem şahsımın hem de futbolumun bu tür başka konularla yıpratılamayacağını buradan belirtmek isterim.. 

Saygılarımla 
Arda Turan

Catı Katı: Blog Idman Yurdu


Blog Idman Yurdu'nun neşesi kaplıyor bugün içimi açıkçası. Hatta diger blogumda bile bahsettim, o kadar güzel bir gelişme ki bu. Aynı niyetle yola çıkan, birbirlerine okuyarak/yorum yaparak arka duran, aralarındaki konuşmalarda cesaret veren insanların (fibonacci ile ikimizi yeni yeni buralara katıyorum artık) tek bir çatı altında toplanıp "birlikten kuvvet doğurması" aslında bu. 

Bunun yanında gittikçe fanatikleşen ve hırçınlaşan futbol dünyamızda, blog çevresinin son derece hoşgörülü, kendi takımını da eleştirebilen, araştırmacı, birbirine destek ve kişisel olarak olmasa da netten tanışıp kaynaşma halini çok seviyorum. Sanki büyük bir çete, ufak bir silahsız ordu misali... Ayrıca işini yarım yamalak yapmayı norm ilan eden bir yerde herkesin konusunu iyi araştırıp, etraflıca düşünerek ve hakkını vererek yapması gözlerimi yaşartıyor (duygusallaştım, ağlayıp geliyorum).

Su anda takip ettiğim, okuduğum, takdir ettiğim blog emekçileri (politikaya da giriverdim, kapitalizme ince ayar çaktım); hepinize buradan teşekkür ediyorum. BT'nin yeri ise ayrı, Aceto Balsamico ile bizlere liderlik ediyor. Umarım beat kuşağı gibi bir kuşak doğar bizlerden de, tadı yıllar sonra damaklarda kalan, öncülük eden, iyiye doğru kötülüğe karşı militan/romantik duran bir toplulukvari...

1 Şubat 2009 Pazar

Insan Olmamak


Daha yeni Verdasco'yu 5 setle, 5 saatle geçmişti Rafa. Şu anda yine 4 saat 23 dakikada, yine 5 sette Federer'i yendi ve Avustralya Açık'ta ilk şampiyonluğunu elde etti. 

3 günde 5 saatlik yarı final ve final oynamanın fiziksel zorluğu mu, yoksa Avustralya Açık'ta hiç kazanmamış Ispanya'nın uğursuzluğunun psikolojik zorluğu mu üstesinden gelinmesi daha büyük bir engel bilinmez ama Nadal hepsinin üstünden geldi. Hele son oyun vardı ki, Federer'in itirazları, hep takdir ettiğim tenis seyircisinin şaşırtan yuh'larıyla gittikçe gerilen ve sonunda kazananın deuce'tan belli olduğu bir oyundu. 

Hemen notlara geçelim: Avustralya'nın Roger Federer'e olan hayranlığı inanılmaz seviyede. Rafa Nadal kazanmışken bile hala herkes Federer'e tezahürat yapıyor. Peki o napıyor? 2.'lik şiltini alırken hüngür hüngür ağlıyor. Bir eski şampiyonun gözyaşları, çaresizlikten mi acaba? 14. Grand Slam'e bu kadar yaklaşmışken kaybetmekten mi? Eminim çok zordur.

Ama belki tenisi tenis yapan, bu sporda yer alan insanların centilmenliği, sportmenliği. Federer ve Nadal gibi çok uzun süredir dünyanın 1-2 numarası olan iki kişinin dostluğu, birbirlerine olan saygısı, kaybedenin kazananı içten desteklemesi, kazanın kaybedeni rencide etmemek için elinden geleni yapması heryerde görülmeyecek hareketler gerçekten.

Hayatımda bazı şeyleri izlerken tarihe tanıklık ettiğimi biliyordum (Schumacher'li yıllar, Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanması, orijinal kadrolu Black Sabbath'i konserde görmek vs) ve bu final, diğer bütün Federer-Nadal finalleri ile birlikte, tarihin önemli parçalarından biri. Ne kadar teşekkür etsek azdır...

26 Ocak 2009 Pazartesi

Haftasonunun Ardından

Böyle bir haftadan sonra hemen yazmak ayıp olurdu, ilk önce bir durup düşünmek, sakinleşmek gerekiyordu. 

Sivas'a dönelim ilk önce. Güzel futbol oynayan ve hakkıyla ligin tepesinde olan iki takımın mücadelesinin sahaya kurban gitmesi yazık olacaktı, oldu da. Neyse ki yarın adam gibi bir sahada bunun rövanşı var. Galatasaray, daha dominant oynuyla pozisyon üretemezken, Sivas kontraatak mantığıyla daha çok iş yaptı sanki. Bir kere fizik olarak doldur boşalta uygunlar ve bu sahada yerden oynamamanın gereğini çok iyi biliyorlardı. Oysa başta Ayhan olmak üzere bütün Galatasaraylılar ayaklarında topla dans etmeye çalıştılar. Umit'in kırmızı kartı ise tam bir komedi. Böyle güzel maçların saçma kartlarla katledilmesi sadece sinir katsayısını arttırıyor. Ne Umit'in bir günahı vardı atılırken, ne de Galatasaray maçında Delgado'nun. Futbola yazık. Bir Galatasaraylı olarak bu kadar eskiğe, sahaya ve 10 kişi kalmaya rağmen oynanan oyun tatmin ediciydi. Objektif olarak da bakınca benim hala önde giden şampiyonluk adayım Cimbom.

Dün akşam ise 0-0'lık bir maçın ne kadar keyifli olabileceğini gösterdi Trabzon ile Fener. 0-0'ın (aslında her beraberliğin ama daha çok 0-0'ın) insanın üstüne çöreklenen ağır bir dengesi vardır. Gol perdesi açılmış olsa belki arkasından iki takım da gol bulacak ama o sıkı direnç bir türlü gole izin vermez. Her anı heyecan ve güzel futbol kokan bir maç nasıl 0-0 bitebilir diyorsanız bu maçı tekrar izlemelisiniz. He, bir gol nasıl güzel atılır, bir asist ne kadar inanılmaz olabilir diyorsanız o zaman sizleri Liverpool-Everton maçına alalım. Torres'ten ileri seviyede asist dersleri... Yine de dün gecenin en mutlu Fenerlisi; Rio de Janerio'dan Var Mısın Yok Musun'a canlı bağlanan ve Adriana Lima ile Portekizce muhabbet edip kendisinden tanışma sözü alan Samet'tir muhtemelen. 

Sonunda Sivas'a yaradı bu hafta. Kısaca bakarsak Sivasspor, Trabzon'un 2, Galatasaray Ankaraspor ve Fener'in 2 puan önünde giriyor ligin gerçek ikinci yarısına. Asıl kafamı kurcalayan, puanlar bu kadar yakın giderse ligin son haftasındaki Fener'in Avni Aker deplasmanı ile Sivas'in Sami Yen maceraları ne olacak. Simdiden heyecan kasırgası. 

23 Ocak 2009 Cuma

Sihrin Geri Dönüşü


Yaklaşmakta olan Phoenix'deki All-Star öncesi NBA'de bizim açımızdan ya da belki benim açımdan çok hoş gelişmeler yaşanıyor.  Orlando Magic,  Shaq ve Penny'li kadrosundan sonra belki de ilk kez ligin tepesinde geziniyor ve bu duruma kimse şans ya da raslantı olarak bakamıyor. Magic, yaşananların raslantıdan çok uzakta olduğunu, çıktığı batı deplasman turunda division liderlerini yenerek gösterdi. "Zaten doğudasınız, yüzde 50'nin üstüne çık, saha avantajı cepte" şeklindeki genel kanıya da cevap verdiler. Zaten oynadıkları unorthodox basketbol ve farklı kimyaları sayesinde her zaman rakip takımlara sıkıntı yaratan bir basketbolları vardı, bu özellikleri bu sene onları bir adım yukarı taşıdı. Oyunlarındaki gelişimin sırrını  takım olmanın verdiği dayanılmaz hafiflikte bulabiliriz. 

Orlando bu sene öyle bir takım oldu ki çarkların hepsi görevlerini ve rollerini biliyorlar. Takımdaki herkesin görevini yaparken bir sıkıntı anında - ki insanız hepimiz hata yaparız - işte bu anlarda birinin onun arkasını kolladığına sonsuz bir güveni var ve rahatlıkla hareket ediyorlar. Bu durum onları hata yapmaktan ve adım dahi atmaktan korkan bir takım olmaktan uzaklaştırıyor. NBA'in tepesini isteyen, şampiyonluk hedefleyen bir takımda bunlar olmazsa olmazlar. Orlando'nun buralara gelmesinde en önemli olay herkese göre farklıdır; çoğunluk Howard, Hidayet ya da Lewis'i burada etken olarak görebilir ama bence hepsinden daha önemli olan Jameer Nelson'ın performansıdır. Çok klişedir ama bir takım hakkaten guardı kadar oynar ve ne kadar kendisi favori oyuncularım arasında olmasa da bu sene Nelson'ın bir seviye yükselen istikrarlı basketbolu takımı da yukarıya çekti. Artan özgüveni (ki zaten bu konuda hiçbir zaman eksiği yoktu , şimdi hakkını vermeye başladı) ve arkadaşlarının artık ona skorer guard değil de oyunu hem asist hem skor hem de savunma yönüyle oynayan biri olarak bakması Orlando'nun yükselişini hazırladı.

Magic'den bahsedip de Stan Van Gundy'den bahsetmemek olmaz. Adeta bir öğretmen gibi herkese yapması gerekenleri öğreten, gerektiğinde otoriter gerektiğinde babacan tavırlarıyla takımın hatta NBA'deki herkesin saygısını kazanmış bir koç. Genetik kodlar zannedersem insanın peşini hiçbir zaman bırakmıyor. Aynı aileden çıkan oyuncu çok gördük ama bir ailenin koçluk müessesesine bu kadar destek verdiği az görülen bir olaydır, benzerleri varsa lütfen destek istiyorum.

Belki Orlando'dan bahsedip takımı sırtlayan üçlüye (üç sayısı Orlando'da bu aralar çok popüler-bir maçta 27 üçlük ile NBA rekorunu kırmalarının da bunda etkisi çoktur sanırım) değinmemek  ayıptır ama onlar her zaman All-Star seviyesinde basketbol oynayan oyuncular ve bu performansları olmadan Orlando'nun buralara gelmesinin imkanı yoktu zaten. Howard herzaman ki gibi dominant ve güçlü, Hidayet her zaman ki gibi rakip savunmayı deliyor, takımın sıkıştıgı, topun el yaktıgı dakikalarda insiyatif alıyor, Lewis keza her daim mis-match unsuru. Onlar da aslında pozisyonun hakkını veren bir guardı gördükleri için memnun ve hücumda omuzlarındaki yükün azalmasıyla oyunun iki yönüne de daha rahat bir şekilde konsantre olabiliyorlar. Sonuç olarak onlarda haklılar,  hepimiz arada bir dinlenmek isteriz Dwight Howard olsak dahi.

İlk blog, ilk post ki; yazısı çok kuvvetli biri olmadım hiçbir zaman. Elimizden geleni yapıcaz yorumlarımızı, fikirlerimizi, enteresan bulduklarımızı, dikkat çekmek istediklerimizi sizlerle paylaşıcaz. Büyük bir heves ve arzuyla başladıgımız bu spor blogu umarım  Aceto'nun bende oluşturdugu o güzel havayı başkalarında da oluşturur. Bu blogu yazma aşamasına gelene kadar, Aceto'yu duymamda etkisi olan Mehmet Demirkol , sonra okumaya doyamadığım "hadi bişeyler post etse de okusam" dediğim Aceto (nam-ı diğer Bülent Timurlenk), ardından hep plan aşamasında kalan blog açma fikrimi ateşleyen Sinan'nın kulaklarını çınlatmazsak olmaz heralde. Sürçi lisan ettiysek affola, vatana millete ve bütün spor ailesine hayırlı olsun...

22 Ocak 2009 Perşembe

8 Dakikada Devr-i Alem-i Spor

Geçen sefer tam da zamanı demiştik, biraz açalım; böylece genel olarak bu blog içinde nelere değineceğimizi de göstermiş oluruz.

Dünyanın en büyük dini, futbol. Süper Lig'in ikinci yarısı başlamak üzere, hem de zirvedeki 4 takımın birbiri ile yapacağı maçlarla başlayacak, nasıl heyecan yaratmaz ki! 3 ihtimalli iki maç, 9 ihtimalli bir zirve. Zaten bu sene Süper Lig, zirve yarışındaki takım fazlalığından dolayı Balkanların Premiership'i oldu.

TBL ikinci yarıya yeni başladı, orada biraz geç kaldık aslında. Yine de bu sene zevkli geçiyor. Keza, NBA de öyle. Boston inanılmaz bir seriden sonra geriledi, Lakers parladı ama bir anda Orlando atbaşı oluverdi. Bu konuları Basketten Sorumlu Bakanımız Fibonacci'ye bırakıyoruz, teknik sorunlarını aşınca o da aramıza katılacak.

Formula 1 sezonunun başlamasına 2 aydan az kaldı ama hem çok geniş kural değişiklikleri hem de bu araların favori aktivitesi araç tanıtımları ile boş durmuyor o alemler de. Avustralya'da ise çok uzun zamandan beri yapılan en büyük kural değişiklikleri ve geçiş arttırma sözlerinin ne kadar gerçekleştiğini görücez. Beklentiler büyük.

Motorsporları dünyasından söz açılmışken; Paris-Dakar Rallisi'ni kaçırdık, erken kalkan Üsküdar'ı geçti. Aslında tarihinde ilk defa ne Paris ne de Dakar'ı gören, hatta ilk defa ne Avrupa ne Afrika gören, geçen seneki terör tehditleriyle iptal edilen yarıştan sonra bu seneki çok da önemliydi. 

Bir yandan da dünyanın çok uzak köşelerinden birinde tenis dünyası yeni bir güne merhaba diyor. Sezonun ilk grand slam'i Avustralya Open'ın erken turları büyük sürprizler olmaksızın devam ediyor. Oraya da bağlanıcaz yakında.

Binlerce yazacak, konuşacak, tartışacak şey var. Hatta yukarıdakilerin hepsi ayrı ayrı yazı konusu, hatta blog konusu. Zaman doğru gibi sanki...

21 Ocak 2009 Çarşamba

Ezeli Rakip Ebedi Dost

Artık bir spor blogu açma vakti gelmişti. Bundan sonra Fibonacci ile her türlü spora girip çıkmaya hazır ve nazırız. 

Hepinizi bekleriz.