30 Haziran 2009 Salı

Başrollerde M.Ö


Almanya, tarihindeki ilk U-21 şampiyonluğuna uzandı Ingiltere'yi 4-0 yenerek. Ama bir kişi vardı ki, verdiği 2 asist ve 35 metreden attığı freekick golüyle maçı kendi takımı adına aldı. Mesut Özil. Çok tartışıldı bu bloglarda bir süre, hangi milli takımda oynasın diye. Ama galiba kendisi için daha iyi olan yolu seçti. UEFA'nın haberi bir maç raporundan çok Mesut raporu olmuş, çok önemli futbol adamları da onun performansını öve öve bitirememişler. Ki bunların arasında Alman Milli Takımı teknik direktörü Löw de var.

Kendisi adına çok mutlu oldum, inşallah kendisini daha başarılı yerlerde, daha büyük kupalar kazanırken de görürüz.

Geri Gelen Yıldız: WRC


2000'li yılların ilk yarısında F1'de Schumacher dominasyonu vardı. Bazen çekişip kazanır, bazen de oyun oynarmışçasına galip gelirdi. F1 hayranlarının genel sıkıntısı, nolursa olsun Schumi'nin kazanacağı belliydi. Bu da yarışlardaki heyecan unsurunu kaldırmıştı. Düşen reytingler, Alonso-Schumi kapışmaları ve efsane Alman'ın yarışları bırakmasıyla tekrar tavan yaptı. 2007 ve 2008 sezonlarındaki son ana kadar nefes kesen Ferrari-Mclaren kapışmaları, haftasonları insanları ekran başına yapıştırıyordu, eskiden olduğu gibi. Nolduysa bu sene oldu, uzun süren politik çekişmeler ve Button-Brawn dominasyonu yine heyecanı düşürdü.
FIA'nın amiral gemisinde bunlar olurken ikinci önemli topu World Rally Championship (WRC), neredeyse tam tersi bir seyir izledi. Schumi'nin F1 dominasyonu devam ederken, WRC'de efsane pilot sayısı hiç olmadığı kadar çoktu. Carlos Sainz, Marcus Gronhölm, Colin McRae, Tomi Makinen gibi çok ağır toplar bir yandan; Petter Solberg, Seb Loeb gibi gençler öbür yandan. Yarışlar inanılmaz zevkle geçiyordu ve dünya çapındaki seyirci sayısı tavan yapıyordu. Alonso-Schumi çekişmesinin yaşandığı yıllarda WRC'de de Solberg-Loeb rekabeti vardı, efsaneler artık yarışmıyordu. Ama sonra...

Formula 1'in her yarışı birbirinden zevkli olduğu son 2-3 sene içinde WRC hızla gözden düştü. Yayınlar eskisi kadar iyi değildi, Loeb çok ciddi bir hakimiyet kurmuştu. Sene başında da Ford ve Citroen hariç fabrika takımlarının yarışlardan çekilmesiyle tam bir dip yapmıştı WRC. Loeb, ilk 5 yarışı da alınca üstüste 5. şampiyonluğu yolunda bütün yarışları kazanır mı acaba diye tahminler yapılıyordu. Yine sıkıcı bir WRC sezonu olmuştu 2009.

Öyle duruyordu en azından bir süre öncesine kadar. Loeb, 5te 5 yaptıktan sonraki 3 yarışta yarış dışı kaldı. Teknik arızalar, ciddi kazalar ve cezalar. Loeb, hiç de Loeb-vari davranmazken Ford pilotu Hirvonen ise ardarda galibiyetlerle gümbür gümbür geldi. Ve sonunda dün itibariyle Loeb'ün bir puan önüne geçti Polonya Rallisi bitince. Formula 1'in popüleritesi düşerken WRC yine eski günlerine mi dönüyor yoksa?

Markalar şampiyonasında hala Citroen önde; bunun için takım, ikinci pilotları Dani Sordo'ya minnet duyuyorlardır eminim. Sordo, Ford'un ikinci pilotu JM Latvala'nın hala önünde. Latvala, dün akıl almaz bir hata ile Polonya Rallisi'nin superspecial etabında yarışdışı kaldı ve kendisiyle ilgili soruları yine ortaya çıkardı. Genç Fin, ya çok iyi gidiyor ya da çuval çuval incir berbat ediyor.

Bu sezon 4 yarış daha kaldı. Finlandiya'da genelde Fin pilotlar üstündür çünkü Fin etapları takvimdeki en kendine has etaplar. Fazla hızlı, kör, atlamalı yollarda bir de sürpriz olacak bu sene: Kimi Raikkonen. Sonrasında Avustralya var. Çok ortada bir yarış. Daha sonra Ispanya; asfalt uzmanı Loeb, burayı bırakmaz. Wales Rally GB ise sezon finaline yakışacak heyecanda geçer bence.

Sonunda Hirvonen şampiyonluğa ulaşıp Loeb'ün hakimiyetine kırar mı bilinmez ama Formula 1'in serbest düşüşe geçtiği zamanlarda WRC, eski güzel günlerine geri dönüyor.

25 Haziran 2009 Perşembe

Formula 1 2001 Sezonu


Hani ne alaka şimdi 8 sene önceye dönmek diyorsanız, hemen cevaplayayım: Internette resim ararken yukarıdakini gördüm.

En üsttekiler soldan sağa: Jean Alesi ve muhtemelen Mazzacone (Prost), Verstappen ve Bernoldi (Arrows), Jacques Villenueve ve Olivier Panis (BAR), (eleman tadında bir) Alonso ve Marques (Minardi). Orta sıra soldan sağa: Frentzen ve Trulli (Jordan), Heidfeld ve Raikkonen (Sauber), Irvine ve Burti (Jaguar). En alt sıra soldan sağa: Fisichella ve Button (Benetton), DC ile Hakkinen (Mclaren), Schumi ile Barrichello (Ferrari) ve JPM ile Ralf Schumacher (Williams).

Inanılmaz nostaljik geldi bana. Alesi'nin ve Hakkinen'in son demleri. Yüzü asık oturan Schumi, aslında 5 yıllık şampiyonluk serisinin başlarında. Button, patlama yapmayı 8 sene daha bekleyecek. Aradaki yıllarda o sene gride yeni gelen Alonso (ki hakkaten çok eleman tadında poz vermiş, ayrıca berbat bir saç kesimi) ve süperlisansını bile bu resimden bi hafta önce alan Raikkonen şampiyonluk tadıyor bile. Heidfeld ile Raikkonen, Sauber için baya iyi bir ikiliymiş aslında, bir de yedek pilot olarak Massa var arkalarında fotoda olmayan. Bir de potansiyelini bir türlü kullanamayan Jos Verstappen ve Arrows takımı var, özlettiler kendilerini.

Bir de anormal bir psikopat pilot çoğunluğu varmış o sene. JPMontoya, Villenueve, Schumi gibi belli başlı, futbol tabiriyle tekmeye kafa uzatan adamlar... Bir an üçlünün aralarında yaptıkları dalışları hatırladım. Schumi'nin, şampiyonluğu kazanmak için JV'nin üstüne kırışını, JPM'in Brezilya'da Schumi'yi geçişlerini... Enteresan kafalardı o kafalar.

Bir de Fisichella niye baraj kuruyor, bilen var mı?

Keçiler Köprüyü Geçti

Şu mübarek kandil günü iyi haberler geliyor sonunda: Formula 1'deki aylar süren politik çekişmeler dün itibari ile bitti. Olan bana oldu, konuyla ilgili yazdığım her yazıda ters köşeye yatmış oldum ama sonuç iyi oldu ya önemli olan o.

Dün daha yazmıştım, Paris'teki toplantıdan da sonuç çıkmazsa FOTA'nın kendi serisini kuracağını. Köprüden önceki son çıkıştan çıkıldı ve inatlar kırıldı dünkü toplantıda. Görünüşe göre iki taraf da istediklerini aldı hem de. Takımlar, Max Mosley'nin direttiği bütçe sınırlamasının kalkmasını istiyordu. Bir de Max Mosley'nin gitmesini. FIA (ve başkanı Max Mosley) de masrafların kısılmasını ve yeni takımların spora katılmasını talep ediyordu.

Bütçelerin düşürülmesi şu anki F1 dünyasında bir mecburiyet. Her ne kadar Honda spordan ayrılmış da olsa ekonomik krizin etkilerinin önümüzdeki sezon daha ciddi bir şekilde hissedileceği düşünülüyor, çünkü ING ve RBS gibi önemli sponsorların kontratları bitiyor. Bu firmalar da bir yenileme düşünmediklerini zaten açıkladılar. O yüzden daha az para ile aynı seviyede rekabetin sağlanması gerekiyor seneye F1'de. Bütçe kısıtlaması fikri buradan çıkmıştı. Ama 100-150 milyon pound bütçeli takımların bir sene içinde 40 milyon pound bütçeye inmesi gerçekten imkansız, takımlar da o yüzden bu teklife karşıydı. Sonunda bütçe indirimlerinin senelere yayılması ve 2-3 sene içinde 90'ların başındaki bütçelerin seviyesine gelinme hedefi koyulmuş oldu. Iki tarafı da memnun eden bir ortayol gibi gözüküyor.

Bununla beraber Toyota ve Renault'nun spordaki sürekliliği sağlanmış oldu, üstüne de 3 yeni takım ilave edildi. 13 takımlı bir grid enteresan olaylara gebe olabilir. Ama F1 için çok olumlu olduğu bir gerçek. Şu andaki 10 takım da, dünkü toplantıdan sonra, yeni gelen 3 takıma teknik destek vermek konusunda anlaştı. Böylece onların da yayan kalmaması garantilendi.

Asıl istediklerini alanlar takımlar oldu bu senaryoda. Bütçe kısıtlamasını ve iki farklı teknik kural setini reddettiler. Bunun yanında da Max Mosley'den kurtulmuş oldular. 1993'ten beri FIA başkanı olan Mosley, ekim ayında yapılacak seçimlerde tekrar başkanlığa aday olmayacağını açıkladı. Tabi onun işi belli olmaz, ekimden önce emin olmamak lazım. Yine de bu, Formula 1 marka değerinin ve bu marka değerini yaratan büyük takımların, motorsporları dünyasındaki ağırlığının arttığını gösteriyor. Başka kimse kolay kolay FIA Başkanını yerinden edemez. Geçen seneki seks skandalından sonra bile koltuğunda kalmıştı Max Mosley ama bu sefer inecek gibi gözüküyor. Yakında onun yerine kimin geçeceği tartışmaları da başlar. Kendisi inkar etse ve istemediğini söylese de Jean Todt buna en yakın aday gibi duruyor.

Benim korkum, FIA'ya kendini şart koşan F1 dünyası ve/veya FOTA'nın, daha sonra kendi içinde güç savaşlarına girişmesi. Artık rahat rahat pist üzerindeki yarışlara konsantre olmak istiyorum.

24 Haziran 2009 Çarşamba

SK Strikes Back


Serie A diyarından eyledim de geldim memlekete, baktım neler olmuş neler. Hap yapıp yutmaya çalışalım da günümüze geri gelelim:

- Kişisel bir not ile açayım, Italya'da iken rüyamda Galatasaray, Lyon'lu Fred'i transfer ediyordu. Sonra GS formalı Babel, bir maçta 3-4 kişiyi çalımlayıp uzaktan harika bir gol atıyordu. Hayırdır inşallah. Bu arada aklıma takıldı, GS'nin son siyahi oyuncusu kimdi? Song?

- En beklenmeyen haber Gökhan Zan. Herkes aynısını yazıyor zaten, yöneticilik başarısı ama sahadaki performansını bekleyip görelim. Yanlarına sağlam yabancı stoper alındı mı Emre Güngör ile Gökhan Zan, döne döne oynarlar gibi geliyor bana. "Rabbime sordum Cleveland dedi" misali, uefa.com'a sordum tamamdır dedi Zan transferi için. Zira bir transfer orada yayınlanıyorsa, tamamdır.

- Futbolda yurtdışına sarkalım biraz daha. Italya'da gönlümün attığı takım Livorno, Serie A'ya dönüş yaptı. Brescia'ya da bir sene daha Serie B yolları gözüktü böylece. Bordo beyazlıları alınlarından öpüyorum. Bundan sonra halı sahalara Livorno formamla arz-ı endam ederken yine başım dik olabilir.

- Wimbledon Nadalsız başladı ve devam ediyor. Yazı baskıya girdiği an itibariyle bir sürpriz yaşanmadı ve favoriler, favoriliklerinin keyfini sürüyorlar.

- Formula 1'de Ingiltere GP'si belki de son kez Silverstone'da koşuldu. Şu ana kadarki 7 yarışın 6sını kazanmış Ingiliz Button, o çok istediği ülkesinde yarış kazanma başarısına erişemedi. Hatta bu sezon ilk defa podyuma çıkamadı 6. olarak. Vettel ile Webber de duble yaptılar ve bu seneki duble geleneğini devam ettirmiş oldular. 8 yarışın 5inde kazananlar, duble ile kazandılar. 2 haftaya Almanya GP'si var. Bir not daha; Vettel'in kuru zemindeki ilk zaferi bu.

- Bir de Formula 1'in politik cephesi var. Artık geri dönüşü olmayan yolun kapısında FOTA takımları. Bugün son şans gibi gözüküyor, eğer bugün Paris'te FIA Başkanı Max Mosley ile FOTA ve Ferrari'nin başkanı Luca di Montezemolo'nun toplantısından da bir sonuç çıkmazsa bu iş bu kadar diyeceğiz gibi duruyor.

- Son bir not da spor dışı. Sansuresansur.org, Tutulma adlı bir videoyu yayınladı. Daha sonra Youtube'a da koydu ama belli ki bazı insanlar sansürlerini savunuyorlar. Youtube'a koyulan videoyu sakıncalı bulduklarını ileri sürüp kaldırtmışlar. Bazen içimden videodaki "dıt" sesini, "dıııııııııııtt" diye çeviresim geliyor bu insanlar için.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Nadal Wimbledon'da Yok

Bu sene Rafael Nadal'ın senesi olacak diye düşünmüştük Avustralya Açık ile sezon başlarken. Sert zeminde ilk turnuvasını, çok ciddi maçlar alarak kazanmış ve kendi önünü açmıştı. Ama şu anda en büyük rakibi yine kendisi. Dizindeki sakatlığından dolayı kendi çöplüğü Roland Garros'tan çabuk elenmiş ve Wimbledon'ın antreman turnuvası Queens'den de çekilmişti. Dün ve bugün yaptığı antreman maçları ile kendisini Wimbledon için deneyecekti. Gelen haberler maalesef negatif. Şampiyon, ünvanını korumak için çıkamayacak çim kortlara. 

Diz tendonlarındaki sakatlık, muhtemelen kariyerinin geri kalanını da etkileyecek ve genç Ispanyol'un potansiyelini ortaya koymasını engelleyecektir. Bir çeşit kortların Rıdvan'ı olacak yani, umarım yanılırım. 

19 Haziran 2009 Cuma

Fenerlilik (Scapula'ya)


Scapula gibi benim de babam Fenerli. Ama 1983 doğumlu olarak 80'lerin sonlarında aklım başıma geldi ve Galatasaray'ı seçtim. Takımın o sıradaki başarısından da olabilir, etraftaki kuzenimin GS'li olmasından da, ama bişi oldu ve seçtim takımımı. Daha sonra çok kez Scapula'nın Mayıslar Bizim blogunda yazdığı bu yazıdaki hisleri hissettim. Futbolun içindeki hiç kimse tamamen temiz olamaz ama bu skalada Fenerbahçe'nin yeri her zaman ayrıdır. Aşağıdaki yazı, bu linki okumadan hiç bir şey ifade etmez.

Zaman zaman altına imza atacak kadar katılmış olsam da orada yazanları tekrarlamak için yazmıyorum bu yazıyı. Niyetim aslında belki de biraz eleştiri, yarım bir açık mektup. Eğer yanlış bir şey dersem, Scapula'dan şimdiden özür dilerim, tanışmasak da niyetim kötü değildir. 

Efes Pilsen - Fenerbahçe basketbol finali serisinin son maçındaki olayları üzülerek izledik, izledim. Eminim bir sürü Fenerli de aynı hislerle izlemiştir. Orada yapılan saldırıların "bazı kendini bilmezler" tarafından yapıldığı ve bunların "koca bir camiaya mal edilmemesi" klişelerini artık kimse yemiyor. Çünkü bunlar hep oluyor maalesef. 

Ama babam Fenerli. En yakın arkadaşlarımdan biri Fenerli. İş arkadaşım Fenerli. Ve hiç biri de benim (ve belki de bizim) kafamızda canlandırdığımız Fenerli kalıbına uymuyor. Anketlerde en sevilmeyen takım hep Fenerbahçe çıksa da, bunu bloglara yazıp bir kısım insanı "Fenerlileştirmek" ne kadar doğru? Veya bir Fenerli prototipi yaratmak? Türkiye, maalesef, herkesin "şurası"nda gezdiği bir yer ve hiç tanışmayan iki insan, takım kavgasından birbirini öldürebiliyor. Burada, biz blog yazarları olarak, bazen ne kadar birbirimize Scapula'nın yazdıkları gibi şeyler hissetsek de, bunları içimize atmayı öğrenmeli ve öğretmeliyiz diye düşünüyorum. Farklılaştırma, ötekileştirme ülkemizde fazlasıyla var ve buna karşı durmanın bir yerlerden başlaması gerekiyor. Gittikçe medyasal gücü artan ama hala insani tarafını da yitirmemiş blog camiası, bu pozitif cephenin başlangıcı neden olmasın? Rakibi tarafından ötekileştirilmek, yanlış bir hareketi doğrulamak gibi görülebilir bir grup tarafından. Aynen Aziz Yıldırım'ın, Fenerbahçe eleştirildiğinde "başarılarımızı çekemiyorlar" demesi gibi; tepkinin konuşarak tatlı dille gelmesi, atışmaktan daha yararlı olur rakibinizle uzlaşmanız konusunda. Ama birilerini Fenerlileştirerek, Cimbomlaştırarak, aslında hep eleştirdiğimiz "medyanın körüklediği rekabet"i körüklemiyor muyuz? 

Bunlar benim nacizane görüşlerim, tek bir doğru veya yanlış da yok. Sürçü lisan ettiysek affola, hele de Scapula'ya karşı. Niyetim, kimseyi kırmadan düşündüklerimi yazmak. Yorumlarınızı bekliyorum. 

Seneye F1 Olmayacak

1 ay önce bu başlığı atarken bugünleri düşünmemiştim. FOTA (Formula One Teams Association, yani şu an yarışan 10 takım), dün akşam yaptıkları toplantıda FIA'nın şartlarını kabul etmeyeceklerini ve seneye yeni bir seri başlatmaya karar verdiklerini açıkladılar.

Farkındaysanız bir süredir Formula 1 yazmıyordum, hakkaten içimden gelmiyordu. Çok fazla politika ve pist dışı savaş vardı. Pistte de hep Button kazanınca, çok sevdiğim sporun tadı kaçmıştı. Ayrıca hep takımların ayrılıp kendi serilerini oluşturacakları tehditi de vardı ama Mustafa Taha ile de kendi aramızda konuştuğumuz gibi bunların çok büyük blöfler olduğunu ve birşey olmayacağını düşünüyorduk. Demek ki kendimizi teselli ediyormuşuz. Seneye cidden şu an yarışan takımların çoğu ayrılıp kendi serilerini kuracaklar.

Bu ne demek? Ferrarisiz, Mclarensiz, BMWsiz bir F1 demek. FIA, koşulsuz başvuru yapan Williams ve Force India'nın yanına yeni takımlar ekleyecek ve Formula 1 dediğimiz spor bundan ibaret olacak. Aslında bundan sonrası bir finansal savaş. FIA, Formula 1'in marka değerini korumaya çalışacak. Büyük takımlar olmadan bunu nasıl başaracağı bir soru işareti ama. Bunun yanında FOTA'nın kuracağı yeni seri ile F1 arasında ciddi bir "yeni takımları çekme" savaşı yaşanacak. FIA, 15 yeni takımın kendilerine başvurduğunu belirtmişti. Yani ortada potansiyel var. Mesela burada David Richards'ın Prodrive'ını (ve arkasındaki Aston Martin desteğini) kimin alacağını merak ediyorum. Bunun yanında Lotus ve Lamborghini de denklemde olabilir. Eğer bunları yeni seri kaparsa, çok ciddi bir imaj yaratmış olacaklar. Şu anki pilotların çoğunun da takımları ile devam edip F1'den ayrılacaklarını açıklamaları da cabası.


Peki işin finansal boyutu? Takımlar zaten yıllardır F1 yayın hakları sahibi Bernie Ecclestone ile savaş halindeydi. Yarışanın kendileri olduğunu, bu yüzden daha çok pay ve gelir istediklerini söylüyorlardı. Hatta bir kaç sene önce yenilenen Concorde Anlaşmasından önce de çok ciddi tartışmalar yaşanmıştı. Takımların kendi oluşturacağı seride, gelir paylaşımına kendileri karar verecektir. Kurallara da kendileri karar verecekler. Onların önünde de çok ciddi bir iş var: Pistlerle anlaşmaları, takvim belirlemeler, kural kitabı yazmaları, TVlerle yayın anlaşmaları yapmaları lazım en basitinden. Ve bunlar geri atılamaz adımlar. Pistlerle anlaşmak çok zor olmaz, her pist sahibi daha çok yarış görmek ister. Kural kitabı yazmak da, bu işin piri adamlar için imkansız değil. Ama en zoru TV anlaşmaları olacaktır. Kanallar, an itibariyle zaten F1'e çok ciddi bir para akışı sağlıyorlar ve anlaşmaları da tek yıllık değil. Bir yandan da yeni seri de eminim az bir fiyat çekmeyecektir yayın hakları için ve özellikle mali krizin pençesindeki TV kanalları ikinci bir serinin haklarını almaya yanaşmayabilirler. Başka bir kanal alır yeni serinin haklarını, TRT Formula 1 verirken, örneğin CNN de yeni seriyi verebilir. Burada da olan TRT'ye olur maalesef. Peki F1 Racing ne olacak?

Aslında akla gelen çok soru var ama detayların kesinleşmesini bekleyip yazmak lazım. Motorsporları adına çok tarihi bir çatalı yaşıyoruz bugünlerde.

Geçmiş Olsun Slyvie Van Der Vaart


Güzel dedik, hayranız dedik ama Slyvie Van Der Vaart göğüs kanserine yakalanmış. Kendisine acil şifalar diliyoruz.

Bu arada heralde NTVSpor ekibi de beğeniyormuş, haberin başlığından belli :)

17 Haziran 2009 Çarşamba

Ve Servet Gider


Dün yazdığım iki yazının birleştiği noktayı gözlemledim az önce. Servet'in Marsilya'ya transfer olduğu medya kuruluşlarına ve ajanslara düştü. Hayırlı uğurlu olsun ilk önce Servet'e, sonra Galatasaray'a sonra da Marsilya'ya. Eminim şimdiden kalemler çekilmiş, klavyeler hazırlanmış, Avrupa'daki stoper listesi hazırlanmıştır Galatasaray'a transfer edilmek için. Eh herkesi yazınca elbet bir tanesi tutacak, onlar da haber atlamamış olacak.

Buradan Servet'e de teşekkürlerimizi iletelim. Geldiği günden beri canla başla, hastalık sakatlık dinlemeden insanüstü bir efor ile kalemizi savundu. Çocukluktan GS'liyim demeden, renklere gönül verenlerden bile fazla savaştı. Istenmeden geldiği camiayı da 2 sene sonra giderken üzüntüye boğdu. Demek ki arada doğru şeyler olmuş.

Umarım ayağındaki sakatlığı en yakın zamanda düzelir, Marsilya'ya da yararlı olur. Yolu açık olsun.

16 Haziran 2009 Salı

Mass Media vs Blog Media

Öğle yemeğinden sonra dondurmamın tadını çıkarırken geldi bu düşünceler aslında aklıma, Servet'in transferini düşünüyordum. Sabahleyin bütün bloglar bunu yazmıştı ama daha büyük kaynakların hiçbiri bu kadar kesin konuşamıyordu. Bir de Poltrona 36 olayı var hazır, galiba bunları yazmanın zamanı da geldi.

Mass media çatısı altındaki Hürriyet, Milliyet gibi medya devleri ile bloglar aslında bir David ile Goliath gibiler. Büyük medya kuruluşlarının hitap ettiği kısım çok çok daha büyük biz bloglardan, sorumlulukları da daha fazla. Bütçeleri de daha fazla. Yalnız medya çıkışlı blogculardan dolayı aslında spor dünyasının içinden gelen bilgiler aynı seviyede diyebiliriz (en azından bazı bloglar için). Servet transferine dönersek; bloglar bunu istediği gibi yazabilir. Ben Servet'i Marsilya'ya gönderirim, Ronaldinho'yu Eskişehirspor'a alırım, Rafa Nadal'ı Ferrari pilotuna dönüştürürüm. Sonra da dönüp özür dilerim en fazla. Okumak isteyen okur, okumayan da gider. Mass media'da işler tam olarak öyle yürümüyor. Oranın yazarları da bizim kadar Servet'in Marsilya'ya gideceğini bilse de belli bir ciddiyet seviyesine kadar yazamaz (yazmamalı) ve/veya kulüpler, transferin yolunda gitmesi için onlardan yazmamalarını isteyebilir. En azından teoride böyle olması gerekir. O yüzden de daha küçük, daha esnek olan bloglar burada daha avantajlı.

Ama aslında büyük medya kuruluşları da gereken ciddiyeti göstermiyorlar ve ellerindeki sorumluluğun altından kalkamıyorlar. Her yaz bunu görüyoruz zaten, balon binbir tane transfer haberi dolaşıyor ve herkes artık bunu doğal karşılıyor. Futbolsuz günlerde sallamaları doğal bile diyoruz. Eğleniyoruz bile hatta. Ama ya Poltrona 36 olayı? Burada birilerinin peşinden koştuğu bir haber ortaya çıkarılmış. Haber atlamak en büyük günah belki ama ya haklar ve hukuk? Senelerdir müzik piyasası ile dinleyiciler arasındaki bedava müzik kavgası bu yüzden çıkmıyor mu? Ceza Sahası blogu, burada sanatçı; büyük medya kuruluşları da burada müziği bedava indiren kullanıcılar durumunda. Ki aslında kullanıcının para bile ödemesini istemiyor bu sefer hak sahibi; sadece adı geçsin istiyor. Bu kadar doğru bir savaşta nasıl karşı tarafta olunabilir ki!

Bunun yanında, çoğu blog yazarının başka işleri var. Zevk için veya merak için yazılıyor bu bloglar. Oysa Goliath kalemlerinin işi bu, bunun için para alıyorlar, çoğumuzun elinde olmayan kontaklar ve geçiş hakları var. Yani aslında iyi bir iş çıkarmak, o sorumluluğun hakkını vermek için ellerinde her malzeme var. Ama ben yıllardır Aceto'da, PCLionFC'de veya okuduğum bir sürü blogdaki kadar detaylı, üstüne düşünülmesi ve nakışla işlenmiş yazılar okumadım spor medyasında. Kağıttan gazete okuduğum yıllarda köşe yazarları ne demiş merak ederdim ama düşünüyorum, hiç biri hiç bişi demiyormuş aslında. Yani elinde kocaman potansiyeli olan devasa kurumlar, bıkkınlık ve beceriksizlik ile bu potansiyeli heba ederken, son derece underground ve kaynaksız olan bloglar, onlardan çok daha iyi bir iş çıkarıyor. David, ciddi anlamda Goliath'ı tokatlıyor.

Bloglar olarak aslında bir anlamda Gençlerbirliği, Sakaryaspor gibiyiz de. Haberleri yapıyor, onları büyütüyoruz, sonra da Fenerbahçe, Bayern Münich fln gelip meyveleri toplayıp yiyiyor. Hem de bonservisli haberlerimizi bize tek kuruş vermeden alıyor. Buradaki tek kuruş mecazi, yanlış anlaşılmasın. Ceza Sahası'nın bugünkü yazısında "bu hareketlere karşı ne yapabiliriz" diye soruyorlar. Bir tür ispiyoncu, suçluları teşhir eden bir sistem önermişler yazının sonunda da. Yazsak nolacak ki? Bunu yapacak kadar utanmayanlar yine utanmayacak zaten. Kendimiz çalıp kendimiz oynicaz "vay efendim haberim çalındı" diye. Benim çözümüm de çok yok aslında, aklıma bir tek hantal hukuki yollardan geçmek geliyor. Bir post ve bir haber için bunları yapmak da insanüstü sabır gerektirir, ucunda kazanamamak da var. Ama bir kazandın mı, örnek teşkil eder şekilde bağımsız makamlarla Goliath'ı yendin mi, sonra hepsi suspus olur. Geçilemez Kaf Dağı'nın ardındaki 70 hurili cennet gibi oldu...

Müzik piyasasının halledemediği gibi bizim de bu telif hakkı konusunu çözmemiz çok zor. Bence zaten zamanla taşlar yerine oturacak: Internet kullanımı, blog okunması ve blog yazımı daha da büyüyecek ve iyi olan bloglar da kişisel bir "mass media" aracı kıvamına gelecek. Ama bu çözüme en azından 10 yıl var. Belki... Şimdilik status quo'yu kırmaya gücümüz yok maalesef.

PS: Caravaggio da amma tablo yapmış.

Servet ve Bonservisi

Bloglar hep bir adım önde, Servet'in Marsilya'ya gittiğini sabah Google Reader'da öğrendim. Bu transfer hakkında resmi bir açıklama yok ama oldu diye düşünüp yazıyorum.

PCLionFC'de çok kez söyledi Uğur; oyuncuları bonservisi ile satıp para kazanmak bir kültürdür. Galatasaray, henüz bu kültürü oturtamamıştı (bknz Emre, Okan, Ribery). Şu anda da elinde bir fırsat var. Bu Servet ile başlar, Mehmet Topal ile devam eder, Arda ile iyice gelişir. Ama bonservisli oyuncu satmak, aslında çok ayaklı ve zahmetli bir olay.

En başta oyuncuyu doğru zamanda, doğru kulübe satmanız lazım. Servet'in olası transferi ile Mehmet Topuz transferini karşılaştırmak yeterli. GS, çok da bayılmadığı Marsilya ile pazarlık etmiş ve 7-8 milyon Euro civarı bir bonservis almıştır. Servet belki bir süre daha GS'de kalsa Avrupa'ya gitmek için yaşlı kalacak ve GS, Song gibi bedavaya bırakacaktı bir kaç seneye onu da. Yani zaman doğru zaman. Marsilya da aslında doğru sayılabilecek bir takım. Servet'in 11'de oynayabileceği, göreceli ağır kalmasının daha az sorun olabileceği bir lig Ligue 1. Mehmet Topuz ise, Kayseri'nin kendisini uzun süre bekletmesinden dolayı değerini düşürdü belki de. Mehmet Topal (Topal'a geçtik dikkat) ise çok daha genç ve görev yaptığı pozisyon itibariyle de daha yüksek bonservis getirebilecek bir oyuncu. Valencia gibi borç batağında bir takımın onu istemesi en büyük sıkıntısı ama 2 sene sonra onun da Avrupa'ya çıkma vakti gelecek. Kötü bir sürpriz olmazsa onun da 10+ milyon euro'ya verilmesi gerekir. Arda ise bambaşka bir konu...

Oyuncu satmak kadar oyuncu almak da bir marifet. Galatasaray, son yıllarda nispeten daha iyi yapıyor bu iki işi de. Her ne kadar Servet'e verilecek bonservisin Galatasaray tarihindeki en yüksek bonservis olması utanç verici olsa da, Servet ve Mehmet Topal gibi gelişleri çok da uzak olmayan bir zamanda olan oyuncuların ciddi karlar elde edilerek satılması da alışık olmadığımız bir durum. Mesela Tugay, Glasgow Rangers'a giderek kariyerinde bir atlama yapmıştı ama Tugay'ın Galatasaray'a gelişinden çok çok sonra olmuştu bu olay. Emre ve Okan'dan ise malum elimize birşey geçmedi. Servet ile Topal ise 2-3 sene içinde alınmış oyuncular. Bir Porto olmasak da (6 ayda kaç milyon euro kar ettiler Aly Cissokho'dan) kendi çapımızda başarılı bir olay bu.

Ama dediğim gibi, bir de bunların alınma süreçleri var. Servet'in satılması kadroda bir boşluk da doğuruyor aynı zamanda. Galatasaray gibi hedefleri olan bir kulübün hem kısa vadede onun yerine birini koyması hem de uzun vadede yetiştirip hem o boşluğu dolduracak hem de isterse satıp yine bonservis edebileceği (yani döngüyü tamamlayabileceği) oyuncuları olması lazım. Servet'in yerine, Aceto'nun da dediği gibi, bir yabancı stoper alınması kuvvetle muhtemel. Yanına sakatlanmayan bir Emre Güngör, arkalarına Semih-Emre Aşık-Murat Akça gibi alternatifler koyulduğunda sıkıntı yaratmayacak gibi. Çakma stoperler Balta-Topal-Kewell'ı da unutmayalım. Tabi bunların hepsi teori, gerçekte neler olur göreceğiz.

Bu arada Servet'in satılma haberleri ile adını yazamadığım Gürcü stoperin transferi haberleri son derece paralel gidiyor. Ya ikisi de bitmiştir, ya da ikisi de bitmemiştir henüz. Bilen biri var mı kendisini? Varsa yorum kısmına davetli olsun, limonatalar benden.

Galatasaray, kendisi için güzel bir kapı açıyor. Eğer bu kapıyı açık tutabilir ve kendisi de geçebilirse kendisi için çok hayırlı bir iş yapmış olacak. Gelişmeleri takip ediyoruz. Transfer gerçekleşir bir de veda yazısı gelecek Servet'e.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Bir Gün Herkes...

Bir gün herkes (2 sene önce Galatasaraylı, bir kaç yıl Kayserili, geçen hafta Beşiktaşlı, bu aralar) Fenerbahçeli olacak!

Ortaya Karışık

Bazen kafa boşaltmak için, bazen içimi dökmek için, bazen de çalışmayan aklımı çalıştırmak için yazıyorum; ama bugün yazacak bir şey bulamadım nedense, elimdeki malzemeyi ortaya koyayım yine de.

- Mehmet Topuz transferi bitti de rahatladık, yükten kurtulduk. Bakalım bütün bu kargaşayı kaç haftada veya kaç golde unutucaz ve Mehmet Topuz'un Beşiktaşlılığı ortadan kaybolacak?

- Cristiano Ronaldo gitti. Tevez de gidici. Berbatov oynamıyor. Manchester napacak? Fernando Torres yazısı vardı Gündüz Feneri'nde, onun dışında bu konuda yazan görmedim. Bilsem ben yazıcam ama şimdilik topu futbloglar'a atıyorum.

- Galatasaray'ın transfer edeceği oyuncular listesi gittikçe kabarıyor. Gudjohnsen'i istemezken şimdi de Caceres adı geçiyor. Rijkaard geldi hoşgeldi ama Barcelona'nın posasına ihtiyacımız olduğunu zannetmiyorum. O kadar da düşmedik. Ama Deco olsa tadım olur, o ayrı.

- Poltrona 36. Geçen hafta hem blog camiası hem de Türk futbol camiası bununla çalkalandı. Ceza Sahası, bu olayı ortaya çıkardı çıkarmasına ama işin Türk gazeteleri tarafından farkedilmeyen bir etik kısmı da var. Bunu da yine kendisi çok güzel savundu, Aceto'nun bu yazısı da aslında söylemek istediğim herşeyi söyledi. Aslında çok dolu olduğum bir konuda ekleyecek bir şey bulamadığımdan susuyorum. Ama Poltrona 36 diye bir blog olduğunu biliyor muydunuz?

- Bir süredir Formula 1'deki efsane virajlar hakkında yazıcam ama elim gitmiyor. Ama başka bir fikir var aklıma gelen, belki sesim duyulur. Kafamda virajları belirlerken hepsinin ismi olduğunu ama bizim 8. virajın, kek gibi 8. viraj olarak anıldığını farkettim. Eğer bir marketing şirketi olsam, elimdeki müşterilerimden birini ikna eder, o viraja o ismi verirdim. Mesela Pirelli virajı veya Shell virajı. Atıyorum tamamen, ama aslında lastik firmalarına daha uygun olur. Ne de olsa lastikleri zorluyor. Bir de isim hakkını da almış olursun: Yol tutuşumuz o kadar iyi ki, her lastiğin zorlandığın virajın adı artık Pirelli virajı gibi. Veya Michelin veya Bridgestone diyeyim de tek taraflı reklam olmasın.

- Florentino Perez, haftasonu kimseyi almadı. Bunu farkedince adamın sağlığından şüphe ettim, başına birşey gelmiş olmasın, haber alan var mı?

- Bir süredir tenis hakkında da yazamadım. Oysa son yılların en enteresan Roland Garros'larından biri oldu. Andy Murray, Queens'i aldı ve ufukta Wimbledon var. Rafa Nadal sakat, döneceğim diyor ama belli ki formunun zirvesinde olmayacak. Federer şimdi ne kadar saldırsa yeridir, zira Nadal geri dönüşünü tamamladığında üzecek gibi geliyor.

- LA Lakers şampiyonluğa ulaştı bu arada, Gol Atan Kaleye'de gördük ki Los Angeles sakinleri saçmalamışlar. Yazık gençlere, eğlenmeyi bilmiyorlar. Bir de Efes-Fener serisinin başına gelenler var. Bazıları kuralları, taraftarlığı da bilmiyor asıl; o daha üzücü.

12 Haziran 2009 Cuma

F1 Videoları ve Pistler

F1.com, uzun zamandır müdavimi olduğum bir site. Haberler ve bilgiler dışında, yarışlardan sonra o yarışın bir videosunu yapıp koyarlar ve en az yarışlar kadar heyecanla beklerim her videoyu. Çok fos yarışların videosu da, eldeki malzeme eksikliğinden dolayı, averaj olabilse de genel olarak çok iyi ve heyecan verici şeyler çıkıyor ortaya. Hele geçen senenin son yarışı Brezilya'daki dramı, f1.com videoları TV kameralarından daha iyi yakalamışlar. Herkese yukarıdaki linke gitmesini tavsiye ediyorum, bir spor ancak bu kadar güzel pazarlanabilir.

Bu başlığın altına yeni bir güzellik daha eklemişler: Her yarışta, bir turun on-board kamerası görüntüsü. Genelde pol pozisyonu turu var ama bazı istisnalar da var arada. Onları izlerken anladıklarımı yazıyorum:

- En başta F1 pilotları gerçekten insanüstüymüş. Bunu kendi gözlerimle gördüm.
- Monaco'nun virajları çok ciddi şekilde sinir bozucuymuş. Dar, çok virajlı filan değil; Monaco pisti sinir bozucu! 78 tur etrafında döndüğümü düşünemiyorum, çıkar kusarım heralde.
- Gece yarışılan Singapur GP'si, tam bir NASCAR ile Akira filminin karışımı. Ve adeta bir labirent.
- Monza, çok çok hızlı ve çok az virajlı. Ayrıca eski bir pist olduğu yanlardaki kaçış alanlarının azlığından belli. Pist bitiyor, iki tarafta da 3-5 metre sonra duvar var. Bir yandan da Gran Turismo'da bol bol oynadığım Nurbergring'i andırıyor; ne de olsa ikisi de çok eski pistler.
- Bizim 8. viraj gerçekten zorluymuş. Çok da zevkliymiş izlemesi.
- Aynı şekilde Belçika'nın Eau Rouge da. Sanki rampadan fırlayacak gibi oluyosun.
- Italya Monza ve Belçika Spa-Francorchamps gibi çok hızlı pistler, Ingiltere Silverstone ve Fransa Magny-Cours gibi hızlı yön değiştiren pistler, sürüş zevki olarak gerçekten çok tatmin edicidir eminim.
- Takvimdeki 3 cadde pistinin (Monaco, Valencia, Singapur) çok farklı karakterleri var. En sıradanı Valencia, en sürreali Singapur, en cadde pisti olduğunu hissetireni Monaco.
- Yüzlerce kere Gran Turismo'da Fuji'yi oynamış biri olarak Lewis Hamilton'ı izlemek çok keyifli, aynen benim gibi gidiyor kerata! Çoğu pisti viraj viraj ezbere bilsem de en iyi bildiğim Fuji şu ana kadar. Bu arada Gran Turismo da acayip iyi canlandırmış pisti.
- Tek hayal kırıklığı, henüz yağmurlu bir videonun olmayışı. O da en yakın zamanda olur umarım.

Eğer 5-10 dakika boş vaktiniz varsa bakmanızı şiddetle tavsiye ediyorum, alakanız yokken F1 fanatiği olarak ayrılabilirsiniz.

Her Cevap, Çok Soru

Sezon öncesi Formula 1'den beklentiler çoktu ve herkes önemli sürprizler bekliyordu. Martta başlayan sezon, ilk üç ayında gerçekten beklentilerin üstünde dalgalı oldu. Button ve Brawn, çok ciddi bir devrim ile gelip bütün takımları ekarte ettiler. Şu ana kadar yapılan 7 yarışın 6sını kazandılar ve geçen haftasonu Türkiye GP'sinde "bir sezona en iyi başlangıç yapma" rekorunu ele geçirdiler. Bir yandan da gelecek seneki kural değişiklikleri hakkında uzun zamandır çok ciddi tartışmalar oluyor F1 dünyasında (bilgi için bknz ve bknz).

Ama üzülerek görüyorum ki hem pist üstünde Button ve Brawn'ın kurduğu rakipsiz hakimiyet, hem de takımlarla FIA arasında bitmek bilmeyen kavgalar biraz kabak tadı vermeye başladı. Şu an itibariyle F1'de ciddi heyecan verici çok şey olmuyor maalesef.

Pist dışı politikaların bitmesini sağlayacağını umduğumuz, "2010 sezonunda yarışacak takımlar listesi" bugün açıklandı. Ama hala sorunu bitiremedi. Şu an yarışan 10 takım da bu listede var, yani seneye yarışacakları yazılmış. Bunun yanında USF1, Campos Racing ve Manor Racing de var. Yeni gelen takımlar bambaşka bir yazının parçası, asıl burada enteresan olan 5 takımın (Mclaren, BMW, Toyota, Renault ve Brawn) şu anda hala kesin olmaması. Takımlar Birliği, belli şartların altında, koşullu kabul etmişti bir dahaki sezon yarışmayı. Ama Ferrari gibi en büyük protestoyu gösteren ve restleri çeken takım kesin yarışıyor gösterilirken FIA, bahsi geçen 5 takımdan şartlarını geri çekmesini istemiş. Yani onların seneye olup olmayacakları hala muamma.

Bir yandan da Ferrari meselesi var. Red Bull ve Toro Rosso'nun da aslında dahil olduğu olay, bu takımların diğer takımlara gazı verip şart koydurmaları ama kendilerinin yarışmayı kabul etmeleri. Ferrari cephesinden gelen açıklama, seneye yarışıp yarışmayacaklarının hala kesin olmadığı ama kişisel görüşüm diğer takımların arkadan bıçaklandıkları.

Kısacası makarna tadında olan F1 politikaları, ne kararlar açıklansa da hala makarna tadında. Birilerinin çıkıp acilen bir düzene koyması lazım bütün kargaşayı.

11 Haziran 2009 Perşembe

Beni de Al Florentino Perez!

"Maçların saha dışında kazanıldığını öğrendim" demişti büyük futbol adamlarından biri. Florentino Perez de aslında bu ekolu takip ediyor. En büyük rakibi Barcelona FC'nin geçirdiği rüya gibi bir sezonda elde ettiği büyük psikolojik üstünlüğü, transfer sezonunda kırıp 2009-2010'a enkazı kaldırmış olarak girmek istiyor Los Galacticos'un yönetmeni. Ben Real Madrid taraftarı olsam, algıda seçiciliğin de etkisiyle Barnebau'da yediğim 6 golü çoktan unutmuş Kaka forması mı Ronaldo forması mı alsam diye düşünüyor olurdum.

Florentino Perez'in aldığı oyuncular, kendileri ve Manchester City hariç başka hiç bir takımın transfer teklifi götüremeyeceği oyuncular. City'de de Real'deki kadar futbol kültürü olmadığından aslında rakipsizler. Perez'in aştığı engeller daha farklı. Bir kere ekonomik kriz engelini aşıyor. Bunu nasıl yaptığını henüz çözebilmiş değilim, yapabildiğim en mantıklı açıklama bir kümes altın yumurtlayan tavuğu olduğu. Diğer engeller Berlusconi, Kaka'nın takımına olan bağlılığı, Sir Alex vs.

Barcelona için Ibrahimoviç'e karşılık Eto'o artı 30 milyon euro (gibi aslında saçma bir fiyat) pazarlıkları ara ara devam ederken, Madrid için Kaka ve C. Ronaldo tamamdır. Sırada kimler var diye soruyor insan. Ribery ismi geçiyor, David Villa keza. Anlamadığım böyle ofansif bir takıma bir kaç yıldız defans da alınması gerekmez mi? Mesela Rio Ferdinand'ı da al hazır ManU'ya el atmışken. Hatta Carragher'ı fln da almalı ki bayrak adam konseptini iyice delsin. Son olarak bir de Gerrard-Terry ikilisini alırsa La Liga dünyanın en iyi ligi olur, böylece ligin değeri artar, oradan yüksek olan TV gelirleri bir sıçrama daha yapar ve Florentino Perez de böylece parasını çıkarmış olur.

Bir ricam var yalnız, bunları yaparken şu fakir ama gururlu kulunu da unutmasın, süper yedeğin yedeği olurum ben de.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Kun Chelsea'ye mi?


Bu da benden gelsin, El Pais'ten çaldım, onlar da The Times'dan çalmışlar. Muhtemelen onlar da Milliyet'ten çalmıştır. Chelski, Madrid'e 45 milyon euro'luk teklif geçmiş; 60 milyon euro cevabı almışlar. Pazarlıklar devam. Olmazsa Pato için kolları sıvıyormuş Mavililer, hazır Ancelotti'yi de almışken.

Bu hafta mevsim normallerinin üzerinde sıcak geçiyor.

Gelecek Bu Mu?

Galatasaray'ın geleceği hakkında öngörüleri daha yeni yazdık, üstündeki duman tüterken sabah okuduğum haberleri buraya iliştireyim dedim.

Sarı kırmızılıların, orta vadedeki hedefleri göz önünde bulundurarak ve Rijkaard'ın ismini kullanarak önemli transferler gerçekleştirmeyi hedeflemesi gerekir. Mustafa Sarp imzayı attı. Ama bir de medyanın GS'ye getirmeye çalıştığı isimler var. Orhan Şam, GS'nin uzun zamandır ilgilendiği bir oyuncu. Uğur gayet güzel bir şekilde yazmış PCLionFC'ye, kendim çok uzatmayacağım. Ama nedense Orhan Şam denince aklıma kendi kalesine attığı goller geliyor. Defans için adı geçen diğer bir oyuncu da Khinizasvili (veya öyle bir şey). Tugay'ın eski takım arkadaşı Gürcü oyuncuyu hemen hemen hiç tanımıyorum, belli olan tek şey var: Eğer ülkemize gelirse spor spikerlerinin ciddi sıkıntı çekeceği. Yine de çizdiğimiz Galatasaray vizyonuna uygun bir oyuncu mu, düşünmek lazım. Elimizdeki kozları kullanarak mesela Lucas Neill'in alınması daha uygun olmaz mı? İş imzaya kaldı diyorlar, hiç de fena olmaz. Hem de Avustralyalı dayanışması ile Kewell'ın da performansı artabilir.

Ama bir isim var ki takılmış durumdayım. Rijkaard ile Barcelona'nın kurduğu iyi ilişkilerden bize düşen Gudjohnsen olacakmış. Barcelona'da bulunduğum 2006-2007 sezonunda Eto'o yerine oynuyordu Izlandalı, Kamerunlu'nun sakatlanmasının ardından. Gerçekten saç baş yolduran, şehri kendine düşman edinen bir forvetti. Bir de Sarı Fırtına lakabı takılmış kendisine, bırakın Beşiktaşlı Metin'de kalsın o lakap. Zamanında Fenerbahçe ile adı geçerken sevindiğim bir oyuncuydu, fanatik damarımın kabardığı anlarda. Mantıklı bir yöneticinin bunun yerine yapması gereken genç 3-4 Türk forveti almak, en azından bir tanesinin tutacağını hesaplayarak. Üstüne para da kalır. Demem odur ki, aman!! Sakın!!

Içimi rahatlatan bir tek nokta var şu anda transfer konusunda. Yukarıdaki isimlerden Neill hariç diğerlerine soru işaretiyle bakarım, ama zaten Galatasaray transfer komitesi (Haldun ile Üstünel biraderler yani) son yıllarda adı geçen kimseyi imzalamıyor. Onun yerine daha iyi oyuncuları şapkadan çıkarıyorlar.

Transfer sezonunun bu balonlarını, heyecanını o kadar özlüyorum ki sezonun ilk haftalarında bir içim burkuluyor. Maçlar çok gerçek, çok değiştirilemez geliyor. Sonuçta zaten önemli olan gidilen yer değil de yolun kendisi değil midir? Ronaldinho mu dediniz?

9 Haziran 2009 Salı

uefa.com'dan TSL Sezonu


Merakla bekliyordum aslında bu yazıyı, uefa.com bütün ülkelerin sezonları hakkında bir preview yapmıştı ama sıra bize bir türlü gelmek bilmedi. Hatta Andorra ve San Marino gibi elemelerde bol gollü yenilgiler dışında adı sanı duyulmayan ülkeler bile yazılmıştı. Neyse ki sonunda muradımıza erdik. Bize kaldı bu yazıyı yorumlamak...

Türker Tozar tarafından uefa.com'a yazılan yazıda ilk dikkatimi çeken nokta Player of the Year bölümü oldu. Fabio Bilica'nın gerçekten iyi bir performans gösterdiğine itirazım yok, muhtemelen gerçekten ligimizin MVP'si olabilir ama bu yazıdaki kriterleri merak ettim. Türker Tozar kendi düşüncesini mi yazıyor, bir yerin analizini mi alıyor yoksa UEFA bir şekilde istatistik tutuyor da oradan mı seçiliyor? Sadece soru...

One to Watch için de aynı sorular geçerli olabilir aslında. Sercan Yıldırım da üstünde çok tartışma götürmeyecek biri olsa da kriterler nedir? Sonuçta bu UEFA'nın resmi sitesi ve oraya yazılanların hepsi bir kat daha önemli oluyor.

Mesela Surprise Package bence Sivasspor değildi. Geçen seneki performansları düşünücek olursanız çok da doğaldı bu seneki 2.lik. Aradaki tek fark büyük takımları da yenmeyi öğrenmeleri. Onun dışında tamamen karbon kopya bir Sivasspor gördük, görmek güzeldi ama sürpriz değildi. Benim için en beklenmedik takım, Ertuğrul Sağlam'ın Bursaspor'u oldu. Geriden gelip neredeyse Galatasaray ve Fenerbahçe'yi yakalayacaklardı. Bu arada yazıda geçen Sivasspor'un geçen sezonki 4.lüğünün de 2. ve 3. ile aynı puanda olarak olduğunu da hatırlatalım.

Sonra gol krallığı var. Burada sadece isim ve sayı verip geçmişler ama bence altı doldurulabilecek bir başlıktı bu. Keza yıllar sonra kendine gelen bir Baros, geç patlama yapan Taner Gülleri ve lig maratonunda Sivas'ı sırtlayan bir Mehmet Yıldız vardı burada.

Son iki başlık da enteresan. 18 takımın olduğu bir ligde, bir sezonda 38 teknik adamın çalışmasına herşeyden çok absürd denilebilir ancak. Ortalama 2'den fazla. Bu başlık ligimizin trajikomik durumunu yansıttığından belli ki, Türker Bey daha üstelemek istememiş ve nispeten düzgün bir alıntı ile bitirmiş yazıyı. Eğer sezonun en bomba alıntılarını oraya koymak isterseniz "sen git küçük Ahmet ile oyna" en başta gelebilir. Ne de olsa aslında yorumlarımızın asıl seviyesi bundan çok uzakta değil.

Bu da bizim lig değerlendirmemizimsi oluverdi...

Galatasaray'ın Geleceği

Galatasaray Futbol Takımı, orta vadede çok ciddi başlangıçlar yapmak üzere Haziran 2009 itibariyle. Belki yıllar sonra dönüp "taa o günlerde başlamıştı" diye anacağımız günler. Buradan etkenleri sıralayalım.

Galatasaray Teknik Direktörlüğü müessesi, bir süredir ciddi bir içe dönüklük yaşıyordu. Son 10 yılda sadece 2 istisna vardı hatta, biri Lucescu öbürü Gerets. Onun dışında 2. Fatih Terim dönemi, Kalli'nin gidişinde Cevat Güler, Skibbe'nin gidişinde Bülent Korkmaz, Hagi gibi aslında bu camiada adı zaten bilinenler vardı hep direksiyonda. Yani taze bir bakış açısı, beyaz sayfanın getirdiği karşılıklı saygı Florya'da varlığı az bulunan şeylerdi. Şimdi 3. istisna geldi takımın başına. Rijkaard, Lucesu ve Gerets'ten adı daha çok bilinen, yaşça daha genç ama daha önemli kupalar kazanmış biri. Tam da taze bir bakış açısı getirebilecek, futbolcuların seve seve saygı duyacakları biri. Kadro, aslında tam da böyle bir teknik adamın elinde yoğurulması gereken bir kadro. Galatasaray'ın efsane zamanlarından kalmış, takımda kemikleşmiş ve çok güçlü politik gücü olan oyuncuların hepsi gitti, en son Hasan Şaş ve Ümit Karan ile beraber. Yani sahadışı liderlik pozisyonu, uzun zamandır olmadığı kadar boş Florya'da. Oyuncu kadrosu da kabiliyetli olmasının yanında bir o kadar da genç. Düşünün ki Sabri, bu takımda bir Abi! Kewell, Baros ve Lincoln gibi yurtdışında ciddi bilinirlikleri olan yabancılar da var. Geçen seneki verimsizliğini atarsa, elde büyük işler başarabilecek bir takım var.

Bir yandan da Rijkaard hamlesinin Fenerbahçe'nin Roberto Carlos hamlesine benzeyen bir tadı var. Avrupa'da en üst seviyede bilinen bir adamı getirmek, bilinilirliği arttırmak, imaj kazanmak. Fenerbahçe bu hamleyi futbol hayatı bitmek üzere olan bir sol bek ile başardı, Galatasaray ise yaşı genç bir teknik direktörle daha ileri gidebilir. Rijkaard'ın adı, Galatasaray'ın bu yaz yapacağı transferlerde ciddi bir referans olacak. Kewell ve Baros'ta olduğu gibi bir anda hiç beklenmedik isimlerin bir sabah ansızın Florya'da ortaya çıkmasını bekliyorum açıkçası.

Kısacası önemli bir teknik adam ve yoğurularak çok iyi bir takım olmayı bekleyen oyuncu topluluğu var şu anda Galatasaray'ın elinde. 2000 ruhu denen şey, arasıra hep geldi gitti ama şu anda belki de bir 2010 ruhu oluşuyor.

Ve yukarıdaki 2010 ruhuna bir de başkent lazım: Yeni Ali Sami Yen. Bu sezon son kez Mecidiyeköy'de oynayacağız inşallah maçlarımızı, bir sıkıntı olmazsa 2010-2011 sezonunda da Aslantepe yollarında olacağız. Çok sevdik, çok tarih yazdık ama 13 senedir yüzlerce kere gittiğim stad artık eski havasında değil. Tribün önlerine konan camlar, Kapalı Alt'ın geliştirilmesi, tuvaletlerin yenilenmesi değil; bizim artık baştan aşağı yenilenmeye ihtiyacımız var. Rahat rahat stada girip çıktığımızda, devre arasında oturacağımız koltuğumuz olduğunda daha bir coşku ile maçı izleyip takıma sahip çıkacağız büyük ihtimalle. Babamın Fenerbahçeli olmasından dolayı Şükrü Saraçoğlu yenilenirken taraftar profilinin de nasıl yenilendiğini bizzat gözlerimle gördüm. Ortaya hem daha efektif ve baskı altına alıcı bir taraftar profili çıktı hem de bunun yanında parasını verip rahat rahat maç izleyecek bir taraftar profili de kondu. Buradan gelen gelir ise çok ciddi bir şekilde Fenerbahçe'nin çehresini değiştirdi. TT Arena ile birlikte, aynısını ve muhtemelen daha büyüğünü Galatasaray da yaşayacak. Bilet fiyatları ucuzlamayacak, tam tersine artacak bence. Doluluğun da aynı şekilde artacağını tahmin ediyorum. Yıllarca dolu stada oynayacak Galatasaray da böylece, bir yandan da kasası dolacak, marka değeri artacak, daha iyi oyuncular gelecek. Doluluğun artacağını da şuradan biliyorum: Şu anda sahayı aynı yerden gören iki kombine koltuktan ASY'deki girişi-tuvaleti-oturulacak yeri berbat olan 1400 TL iken, Kadıköy'deki düzgünü ise 900 TL. Bu şartlarda stadın bu kadar dolması bile mucize.

Heyecan içindeki takımını, heyecan içindeki bir teknik direktörle, yepyeni ve çok güzel bir stadda izlemek her Galatasaraylı'nın hayali zaten. Bunun startı da verildi, bu yoldan geri dönmemek gerek!

Çakma Eric Gerets

Ne futbol ne purosu, Eric Gerets'i böyle andım bu sabah. iinsight magazine sitesindeki Trouble in Paradise galerisini gezerken aklıma geldi karizma kişilik, fotoğraftaki kişiye ne kadar benziyor. Şimdi Arabistan'da napıyordur acaba?

8 Haziran 2009 Pazartesi

Türkiye GP Gerçeği

Bir resmin, bin bir kelimeden daha çok konuştuğu an. Seyircisizlikten, siyah örtülerle kapatılan bir Formula 1 pisti. Kurtköy Istanbul'dan utançlarla...

Türkiye GP'nin Ardından

Ilk önce yarışın kendisinden başlayalım, daha sonra Türkiye Grand Prix'nin Formula 1'deki yerine gelicez.

Ilk 4 yarış "şimdi okyanus aşırıyız, Avrupa Sezonunda yepyeni bir başlangıç olur" dediler. Herkesin test yaptığı, Avrupa sezonunun açılışı Barcelona geldi, Brawn aldı. Monaco dediler, yavaştır, ne olacağı belli olmaz, Brawn aldı. Istanbul Park geldi, herkes araçlarına yeni difüzör ve aerodinamik parçalar koydu, yine Brawn kazandı. Bu sezonun rengi çok ciddi şekilde belli oldu galiba. Hala umudu olanlar sadece Ferrari ve Red Bull. O da şampiyonluk için değil, yarış kazanmak için. Yoksa çok ciddi bir puan farkı şimdiden oluştu arada.

Barrichello, starttaki hatasıyla başlayan yarışta bir türlü belini doğrultamadı. Iyimser geçiş hamleleri denedikten sonra da kenara çekti usta. Bu, Brawn GP pilotlarından herhangi birinin bitiremediği ilk yarış oldu aynı zamanda. Button ise bunu unutturacak kadar iyi bir performansla, çok dominant bir şekilde aldı götürdü yarışı. Vettel ve Webber arkasından bakakaldılar. Hele de Vettel, ilk turda yaptığı hata ile az olan şansını sıfıra indirmişti zaten. Aslına bakılacak olursa, Button öyle bir performans sergiledi ki yarıştan akılda kalan ikinci bir pilot performansı yok. Ferrari'ler, son bir kaç yarıştır yukarıya çıkan performans eğrilerini devam ettiremediler. Mclaren, berbat bir haftasonu geçirdi. Hamilton daha Q1'den çıkamadı. Geçen senenin şampiyonluk adaylarından Kubica, 7. olarak bu sezon ilk defa puan aldı. En büyük aksiyon Vettel'in Button'ı sıkıştırmasıydı aslında, fazladan pit stopuna girene kadar. O da sadece heyecandı, yoksa extra bir stop yapıp önüne geçmesi zaten imkansızdı. 7 yarışta 6 galibiyetle sezonu açan JB, böylece sezona en iyi başlangıç rekorunu da kırdı. Sırada ev sahibi olacağı yarış var, yani ekstra motivasyon ve ekstra gaz. Karşısında ne durabilir acaba?


Her yarışın olduğu gibi Istanbul'un da pist dışı kısmı var bir de. Aslında başladığım bir yazı var, cumartesi yazmaya başlayıp yarış sonrasına ertelediğim. Türkiye'nin Formula 1 ile imtihanı. TOSFED'in yıllarca çalışıp Türkiye'ye getirdiği WRC ile aynı kaderi paylaşıyor F1. WRC geldi, ilk senesinde yine biraz daha ilgi vardı, gazeteler yalan dolan da olsa bilgi verdi pilotlar ve takımlarla ilgili. Sonra da unutuldu gitti aslında dünyanın en önemli ikinci motorspor olayı. Formula 1'de de ilk sene gösterilen inanılmaz ilgi, 5. senesinde zorla asılan bir kaç pankarta indirgendi. Hatta öyle ki, yarışımızın en büyük şanssızlığı Mehmet Topuz'un transferi gibi inanılmaz bir transfer dosyasıyla aynı anda olmasıydı. Eğer bu yılan hikayesi ortaya çıkmasaydı belki Rijkaard'ın arkasından 2. haber olarak yer bulabilirdi kendine. Yazık.

Niye peki bu haldeyiz? En başta bilet fiyatları pahalı. Bu, en güncel, gündelik ve kısa vadeli açıklaması. Meraklının daniskası ben bile para verip gitmedim, niye o kadar meraklı olmayanlar gitsin ki fahiş fiyatlara? Olimpiyat Stadı gibi yine ruhsuz ve boş bir alana dikilen milyon dolarlar, o tesisi adam etmeye yetmeyebiliyor. Flamboyant Striker güzel anlatmış bu kafamdakini, uzatmıyorum. Seyirci yok, boş tribünlere karşı koşuluyor yarış. Pilotlar bile değinmiş bu konuya. Kaan Kural'ın şöyle bi yazısı var. Şöyle diyelim, fiyat-istek dengesinde fiyat çok ağır ve istek çok hafif. Suçu da bir tarafa yüklemek yanlış burada. Fiyatlar yüksek ama Türkiye'de motorsporları kültürü var mı? Trafiğe açık yollarda modifiye arabalarla zigzag çizmek dışında yapılanlardan bahsediyorum. Bu sorunun cevabı koca bir hayır! Kimse meraklı değil maalesef motorsporlarına, çok ufak bir çevre hariç. O yüzden en yüksek seviyelerde yarışan Türk pilotu da çıkmıyor, yetenekli olanlar sponsor bulamıyor, elimize zorla geçen yarışları da kaybetme seviyesine geliyoruz 3-5 sene içinde. Kısacası Türk halkıyla doğal bir uyum sağlayamıyor, dokular uyuşmuyor. Bernie Ecclestone fikri atıyor, Hermann Tilke dizayn ediyor, Max Mosley onaylıyor, hiçbiri Türk olmayan pilotlar geliyor yarışıyor. Yani yabancı çalıyor, yabancı söylüyor. Bazen diyorum ki acaba hiç zorlamasak mı? Neyimize...

6 Haziran 2009 Cumartesi

Rijkaard ve Yıldız Teknik Direktörlük Vol 2

Hafızam iddialı olmasa da ben hiç bir zaman bir teknik direktöre havaalanında böyle bir karşılama hatırlamıyorum. Adeta Lincoln'ün eski şaşaasını kaybetmesiyle tribünün aradığı ilah oldu Rijkaard. Ve bunun için bir çok sebep var. 

Daha önce kulüp kültürünün oluşumunda teknik direktörün hassas noktayı oluşturduğuna dair bir yazı yazmıştım. Bir süredir Galatasaray'ın futbolcu-TD-yönetim üçgeninin TD hanesi zayıf kalıyordu. Futbolcular takımı ele geçiriyor, yönetim müdahale ediyor ve gelen başarılar da planlama ile gelmiyordu. Şu anda bu denge ciddi bir şekilde sağlandı, hatta TD'nin lehine bile döndü diyebiliriz.

Futbolcu-TD: Hollanda Milli Takımı ve Barcelona'nın başında yaptığı çok önemli işler var, bir sürü blog bunu yazdı. Tekrar etmenin alemi yok. Bakınca, Galatasaray, Rijkaard'ın oynatmak isteyeceği oyun tarzına yakın bir takım. Ayağı pas yapan, teknik adamları olan bir klüp. Kewell, Arda, Baros, satılmazsa Lincoln, hatta kendine gelirse Nonda zaten uzun uzun anlatmaya gerek olmayan adamlar. Ama arkalarında da bu yapıyı besleyen bir takım var. Topal, Ayhan gibi ayağı iyi top yapan ön liberolar var. Hakan Balta gibi bir sol bek için fazla bir adam var. Iyileşirse Uğur Uçar, bakarsınız Sabri gibi adamlar var. Bunlar, Rijkaard'ın oynatacağını istediğini düşündüğüm pas oyununda kendilerini geliştirip, o düzene çabuk adapte olabilecek adamlar. Aynı zamanda yavaştan unutulmaya yüz tutan gençler var: bknz Alpaslan Erdem, Özgürcan, Semih Kaya, Murat Akça vs. Bu gençlerin artık gerçek anlamında kullanılacağını umuyorum. Galatasaray'ın elindeki kadronun işlevselliğinin sağlanması, yönetimin bu sene yapabileceği en büyük transfer aslında. 

Bir yandan da bu kadar güvenilen, tribünlerin saf sevgi değil aynı zamanda saygı ile de yaklaşacağı bir adam var kulübede. Yanında da Johan Neeskens gibi çok çok önemli bir yardımcı. Yani gelecekte kendini geliştirmek isteyen oyuncunun, sözlerini harfi harfine dinlemek isteyeceği bir teknik kadroya sahip GS. Lincoln bile, artık arıza çıkardığında, bu sefer tek başına kalacağını bilmeli. Bu tabiri caizse "tatlı bir yusuf yusuf"un, kadroyu olması gereken yere çıkaracağını düşünüyorum. 

Yönetim-TD: Bir de yönetime karşı yıldız teknik direktör var. Bu sene içinde yönetim, Skibbe'ye karşı veya ona istediklerini dikte edici hareketler yaptığında kimse sorgulamıyordu. Adnan Polat ve ekibi, Rijkaard gibi önemli bir adamı getirerek aralarındaki bir sürtüşmede taraftarları da karşılarına alma riskini de aldı aslında. Bunun şansa atılmış bir adım olduğunu zannetmiyorum. Bu da artık belli "grandplan"lere göre hareket edileceğinin işaretidir öyleyse. Bu denge, bozulmadığı sürece 3 tarafın birbirine karşı sorumlu olduğu ve taraftarın da en çok destekleyeceği yapıdır bence.

Yani yıldızlar hizalandı, güzel şeyler her an olabilir. Galatasaray'ın yeni sezonu büyük heves ile bekleniyor tarafımdan. 

Rijkaard ve Yıldız Teknik Direktörlük Vol 1


Acaba çok ciddi bir para mı önerdi Adnan Polat'la Haldun Üstünel, yoksa olmayan bir transfer bütçesi mi koydular önüne ama öyle veya böyle Frank Rijkaard Istanbul'a geldi, Galatasaray'a imza atmaya. Çok çok ciddi bir başarı gerçekten. 

Biraz link verelim, önce yurtiçi. Hürriyet, buradan vermiş haberi. Hollanda Milli Takımı'nın başında yaptıklarını görmezden gelip Barcelona'da patladığını sanmış Hürriyet, bir de Victor Valdes'i Portekizli yapmış. Sonra gelelim webaslan.com, Rijkaard'ın geliş hikayesine yer vermiş. Macera, aksiyon, entrika, kara melek. Ülke turumuzu daha nispeten elle tutulabilir bir kaynak ile bitirelim: Buyurun burdan NTVSpor'a. 

Dünyadaki yankılarına da ufaktan bir değinelim. El Pais, herkesten önce vermişti haberi aslında. El Leones de Estambul'un geçen sezonu hakkında da açıklayıcı bir yazı ile süslemişler, başarılı bence. Sonra tabi ki haberin yayınlanmasının başlı başına bir haber olduğu uefa.com var. Orada bizimle ilgili bir haberin çıkması direk haber oluyor nedense. Kısa ama öz ve net bir haber, biraz TRT kafası. Ama önemli bir noktaya değinmişler, 16 Temmuzda açılacak GS sezonu ile "Rijkaard has little time to waste" demişler. Hollandalı'nın takımı daha tanımadığı dünkü basın toplantısında belli oldu. Hakkaten önünde hızla yapılması gereken çok iş var. Hayırlısı. Buradan Almanya semalarına uçuyoruz. 4-4-2.com'un haberi burada, bir de bunun yanında Galatasaray'ın Juventuslu 22 yaşındaki ofansif ortasaha Giovinco ile de anlaşma imzalamak istediği haberi var. Enteresandır, bu haberi şu ana kadar başka hiç bir yerde görmedim. Ama Juventus'un gençlerinden birini almak güzel bir iş olsa gerek. Arkadaşı tanıyan varsa bir yorum ile şenlendirsin lütfen.

Bu işin haber turu kısmı, şimdi bir de Yıldız Teknik Direktörlük kavramına geçelim. Buradan...

4 Haziran 2009 Perşembe

Taksim'de Toyota


Sabah işe gelirken çektiğim fotolar, kıytırık biraz kusura kalmayın. Haftasonu yarışı öncesi Taksim Meydanı'na Toyota çöreklenmiş, anladığım kadarınca da sizden pit stop yapmanızı isteyecekler, süreyi tutup en kısa sürede yapana da bir hediye vereceklerdir. Belki de bir bedava bilet. Belki bir padok turu. Bilinmez. Anladığım kadarınca geçen senenin aracı TF 108, zaten bu senenin aracını koymaları zor olurdu. Yine de emin değilim, sabah bakmak aklıma gelmedi, şimdi de resimlerden çıkaramıyorum. 

Eh sonunda F1 is in town!

3 Haziran 2009 Çarşamba

Bülent Korkmaz Gitti

Ne kadar da beklenmedik değil mi? Bordeaux maçından hemen önce göreve gelen efsane kaptan, aylardır yerine birilerinin alenen aranmasına ses çıkarmadı. Sonunda da kapıya kondu. Hem de yöneticiler çıkıp birinci ağızdan "Bülent Korkmaz ile devam etmeyi ciddi ciddi düşünüyoruz" dediklerinin ertesi gününde.

Korkmaz'ın teknik direktörlük kabiliyetlerini hiç bir zaman yeterli görmedim. Daha ilk günden, hatta efsanevi Bordeaux galibiyetinin hemen arkasından bile belliydi sezon sonu gideceği. Sözleşmesindeki bir yıl, aslında göstermelik veya "ya tutarsa"lıktı. Tutmadı. Tamam, normaldir. Olmayacak şey değil, iyi futbolcuydu diye yıllarca takımın başında kalması da saçma. Ama bazı şeylerin bu kadar alenen yapılması üzüyor beni. 

En başta bu takımın dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına gelmesi üzücü. Hagi, Terim ve şimdi de Korkmaz, yönetimlerin tribündeki kredilerini kullanması sonucu ortaya konmuştu. Sonra da apar topar gönderilmişti. Niye onların gelişimini daha iyi izlemiyoruz ve olgunlaşınca çağırmıyoruz? Galatasaray, kendini o kadar güçlü görmüyor mu? Şu anda etrafta dolaşan isimler Juande Ramos (ki çok sevinirim), Co Adriaanse (buna da çok sevinirim), Schuster (salla) Türkiye'ye gelip kanları uyuşmazsa Ergün Penbe mi çağırılacak takımın başına? 67'nin bir zaman sonra takımın başına geçmesini isterim ama yakın gelecekte değil. Veya aynı şekilde Tugay. Bu insanlar futbolculuklarındaki gibi teknik direktörlüklerinde de kendilerini geliştirip gelmeliler. Hatta bu kariyer planlamasında altyapı teknik direktörlüğü yapmaları mantıklı bile olabilir (bknz Guardiola). 

Bir de bir Galatasaraylı olarak, yapılan vefasızlıklardan çok sıkıldığımı belirtmek istiyorum. Futbol şubesinin gördüğü en büyük başarıları yaşatan jenerasyonun, aynı zamanda en büyük vefasızlıklarla karşılaşması beni yaralıyor açıkçası. Yıllardır aynı cümleler kurulmasına rağmen daha son 2 gün içinde Bülent Korkmaz ve Hasan Şaş'a yine aynı senaryo uygulandı. Bir de bekliyoruz ki Alpaslan Dikmen adı verilecek Eski Açık'a. 

2 Haziran 2009 Salı

Türkiş GP Zamanı

Bu kadar F1 yazısı yazdık hala haftasonu koşulacak Türkiye GP'si hakkında bişi yazmadık. Zaman az kalmışken biz de yazalım.

Hermann Tilke dizaynlarından biri olan pist, takvimdeki nadir saat yönünün tersine koşulan yarışlardan. Yokuş aşağı ve yukarı hareketleriyle enteresan bir yapısı olsa da Türkiye GP'sini asıl özel kılan şey 8. viraj. Sezonun pilotlar tarafından keyifle beklenen yarışlarından biri yapıyor bizim yarışı aslında tek başına, o derece. Herkes araç ayarlarını ona göre yapıyor, yarış öncesi hep orası konuşuluyor. 

Üzülerek söylüyorum ki aslında bizim pistin başka da bir özelliği yok. Bir virajımız efsane, bi de son 3 viraj dikkat çekiyor. İki şikan içiçe gibi. O kadar. Maalesef. Evet belki bir Monza, Spa Francorchamps, Monaco olmasını bekleyemeyiz haliyle. O zaman takvime son senelerde eklenen yarışlarla kıyaslayalım bizimkini. Malezya sıcaklığı, yağmurları ve tribünleriyle anılıyor. Singapur gece yarışı zaten, yeri bambaşka. Çin GP'si aslında biraz sönük bu konuda, bir tek start düzlüğündeki enteresan yapısı var. Bir de ilk 3 virajları enteresan. Bir de Bahreyn GP'si var, daha henüz heyecanlı bir yarış izleyemedik orada. Bu sene Güvenlik Aracı'nın girmediği tek yarıştı Monaco'ya kadar. Bir de Valencia var, ilk yarışları ne kadar sıkıcı geçse de sokak yarışı, yani her an patlamaya hazır. Tekrar bakılınca aslında bizim yarışın ortalama bir pist olduğunu düşünebiliriz. 

Ama ciddi bir seyirci problemimiz olduğu belli. Evet belki cuma antremanları önemli değil ama sıralama turlarının performansı da ondan iyi değil maalesef. Ama asıl ölçüt olan yarışta bile sınıfta kalıyoruz. Ilk senelerde hem sponsorların bedavaya dağıttığı biletler hem de meraktan dolan tribünler son 2 senede pek aynı seviyede kalamadı. Burada iki faktör önemli. Birincisi biletlerin pahalılığı. Piknik yaparak yarış izlemek isteyenler bile 90 Yetale ödüyor, kralından izlemek istiyorsanız 700 kafa çıkmak lazım. Dememe gerek var mı, beleş bilet yoksa ben bile gitmiyorum. Ikinci sıkıntı aslında bir yanlış anlamadan dolayı. Yarışa gidince önünde olmadığın yerlerin adam gibi takip edilemeyeceği düşünülüyor. Bir 2006'da bir tek kez gittim yarışlara, o da çok güzel bir deneyimdi. Önümdeki ekrandan gayet güzel bir şekilde yarışın göremediğim kısımlarını takip etmiştim. 

Biraz da pistin "hiçliğin ortasında" olmasına rağmen akıllara zarar bir trafik olması. Sabancı Üniversitesi mezunu olarak Kurtköy'ün arka yollarını bilmeme rağmen sıkıntı çekmiştim. Bu konuda tam bir 2. Olimpiyat Stadı vakası. Bu tip şeylere aklımız çok ermiyor galiba. Neyse...

Biraz da yarışsal olarak bakalım piste. Massa'nın çok ciddi bir üstünlüğü var, 4 yarışın 3'ünü kazandı. Ilk yarışı ise o zamanların Mclaren pilotu Raikkonen kazanmıştı, yani Ferrari pilotları dışında burayı kazanan biri yok henüz. Önemli psikolojik bir avantaj bu. Monaco'da performansı ciddi bir şekilde artan Ferrari, sevdiği bir pistte yılın ilk galibiyeti için acayip bastıracaktır. Enteresan bir şekilde her takım çok iddialı açıklamalar yapıyor bu haftasonu için. Renault ciddi bir atılım yapacağını tekrarlıyor, çift katlı difüzörünü ilk kez yarıştıracak olan BMW Monaco kabusunu geride bırakmak istiyor, bir başka Monaco hüsranı Toyota da iddialı. Red Bull ve Italyan kardeşi de önemli aerodinamik yeniliklerle fark yaratmak istiyor. Brawn da sessiz sedasız geliyor ama onların iddiaları duruşlarında. 

Benim tahminim Ferrari ile Brawn'ın arasının çok daha az olacağı, hemen arkalarında da bir Renault-Red Bull çekişmesi. BMW de şapkadan tavşan, yarıştan puan çıkarabilir. Bu haftalık iddaa köşemiz de bu kadar. (Bir süredir iddaa'daki F1 hakkında yazmak istiyorum aklıma geldi).

Daha çok konuşulur bizim üzerimize de gün bitti napalım. Yolu sevgiden geçen herkesle elbet bir gün bu blogda buluşmak üzere....