27 Şubat 2009 Cuma

Ozur Diliyorum


Hep demisimdir, ozur dilemek buyuk erdemdir bence. Herkes hata yapar ama herkes butun kalbiyle ozur dilemez, bazilari hatta hatasini bile kabul etmez.

Bence bu yuzden Sabri'nin hafta arasinda yaptigi aciklama cok onemliydi. Yakin zamanda antipati kazanmis birinin cikip acik acik milyonlarca taraftarin onunde ozur dilemesi cok kolay bir is degil ama Sabri bunu yapti. Bu sayfada daha once elestirmistim kendisini, bundan sonra ben de ondan ozur diliyorum.

Bu aksam yaptiklari icinse ayrica tesekkur ediyorum. Her tesekkurden daha degerliydi bu!!

26 Şubat 2009 Perşembe

Dakika 1 Efsane 1

Inanilmaz, hakkaten inanilmaz, diyecek bir sey bulamiyorum. Trablus'ta Libya'nin Bulent Korkmaz'i ile izledigim macta (detaylari ileride) hakkaten Galatasaray yine tarihe gecicek, yillarca konusulacak bir skor aldi, omrumuzun yillarini caldi ama turu da gecti. Gelelim gecenin hikayesine...

Libya'da hala kaldigim otelde anormal kil oldugum bir durum var; aksamlari ya internet olmuyor ya da Avrupa maclarini gosteren sifreli kanalin anahtar karti! Zaten Galatasaray macini gostermeyecekleri icin ben internetten takibimi yaparim diyordum, onun da olmadigini gordum. Bunun yaninda hem TV karti yoktu (yani hic bi UEFA macini izleyemeyecektik) hem de Libya Milli Takiminin Gana ile maci vardi. Yani gecem en az Galatasaray kadar kotu basladi. Sonra bir anda internet geldi. Hemen yavas yavas akan yazilar silsilesinden maci izlemeye koyuldum, koyulur koyulmaz 1-1 oldu. Kaderimiz beraber yazilmis. Sonra Kewell'in hala gormedigim ama methini sagir sultanin duydugu golu geldi, ben lobide GS terliklerimle cosmus atlayip zipliyordum. Bir yandan da karti taktigim zaman bizim macin canli yayinin oldugunu ogrendim, daha iyi ne olabilir ki! Aklimdan gecen bizimkinden once baslamis Libya macinda devre arasi oldu mu resepsiyonistten karti alir bizim maci acarim, ordan da devam ederiz. Zaten izleyen 3-5 yasli adamdan baskasi da yok!
Devre arasi oldu, seytan planimi yoluna koyma vakti gelmisti. Karti koydum kumandayi elime aldim, o 3-5 yasli adam bi anda kurt kesildi: "Olmaz, mac var, simdi baslicak imkansiz". Adamlarin biri bir anda anormal gecerli bi sebeple beni susturdu. Ustundeki esofmani gostererek "ben Libya takimlarindan birinin teknik direktoruyum, not tutuyorum, olmaz" dedi. Bi baktim, hakkaten hepsi ayni esofmanlar icinde, not tutuyolar. "Eee kac adaminiz var takimda" diye hafif alayci sordum, 4! Libya Milli Takiminin ilk 11'inde 4 oyuncusu bulunan takimin teknik direktoru, yani kisaca Libya'nin Bulent Korkmaz'i ile beraber izliyorum maci!!! Buyur burdan yak. Eh ben de adami susturup GS macini acamadim ama anlastik, Libya maci bitince GS macini acacaktim. Beni engellemenin cezasi, Libya 1-0 onde goturdugu macta 1-1 berabere kaldi.

Neyse sonunda bizim maca donebildik!! Ve acar acmaz Arda 3.yu atti. Bize de Libya'ya nasil cosulur dersi vermek kaldi. O kadar ev moduna girdim ki mac 3-3 olunca kumandayi karsi koltuga firlattim! Ama nedense gercekten hic bir saniye turu gecemeyecegimizi dusunmedim. Bu arada Libya'nin Bulent Korkmaz'i, sonunda heyecanli ve kaliteli bir maci izlemenin verdigi zevk ile cosmus, ekrana kilitlenmisti. 

Ve Sabri... Ve gol... Ve 4-3... Ve sonunda tur... Efsane kaptanin ilk maci da efsane bir mac oldu. Trablus caddelerinde ufak bir tura ciktik, Ali Sami Yen'e canli baglandik! Bundan iyisi Libya'da kayisi...

23 Şubat 2009 Pazartesi

Cesur


Gecmise niyazi diyelim gelecege bakalim, bugun Galatasaray takiminin basina eski efsane kaptan, bayrak adam Bulent Korkmaz geldi.

Futbolculuguna laf edecek kimse yoktur heralde, hele de omzunu sardirip oynadigi UEFA finali gibi anlariyla kaptanligi fazladan hakkeden bir insan. Kayseri Erciyesspor ile basladigi teknik direktorluk kariyeri de kendisi kadar romantikti; dusmesi kesin bir takim ile hem iyi futbol hem de bol puan ile neredeyse ligde tutuyordu, Turkiye Kupasi finaline cikmisti ama son anda ikisini de yapamadi. Sonra ayni basariyi yakalayamadi ama bence teknik direktorlugu hala bir soru isareti. Yeteri kadar bilgim varmis ve ahkam kesebilirmisim gibi hissetmiyorum. Tecrubesi az ama su an Galatasaray'in ihtiyaci varmis gibi hissediyorum. Sonucta tas yerinde agirdir. Ayrica verecegi gaz ile Bordeaux macinin da gecilecegine inaniyorum. GS'nin cok kosan cok mucadele eden takim olmasinin zaruri oldugu persembe gunku macta sonucun bizden yana olacagina gercekten inancim tam, salak bir sekilde GS'nin bu durumlari sevdigini ve durum kotulestikce icinden daha enteresan guzellikleri cikarabilecegini hissediyorum. Ama rasyonellikle alakasiz, sadece hisler bunlar.


Benim asil dokunmak istedigim nokta gelecek sene. Bildiginiz gibi gelecek sene GS Aslantepe Stadina yerlesicek, bu gercekten cok onemli bir milad bir takim icin. Skibbe'nin gelmesini biraz da bu sebeple yanlis buluyordum, Galatasaray'i bir sonraki seneye hazirlayabilecek bir adam degildi. Iyi ki de gitti maalesef, iyi biriydi ama yeterli degildi. Takimda ne disiplin vardi ne taktik. Bu sene GS fazlasiyla bireysel becerilerinden dolayi maclar kazandi, yildizlari olmayinca takim da sondu. Oysa ki bu, baska takimlarin taktigi olabilir ama genelde GS'nin degildir. Benim icimden gecen x'in bu sene takimi almasi, bu sene ne yapacaksa yapsin ama seneye zimba gibi bir takim olusturmasi, yeni stadda firtinalar estirmesi. Bu x, su anda Bulent Korkmaz oldu. Hayirli olsun. Yukarida ozellikle bu hafta icin son derece olumlu gorus ve hislerimi ilettim ama uzun vadede Bulent'in (cok sevdigim, cocukken 3 numarali forma ile defans ortasi oynamama sebep olan kisinin) yanlis kisi oldugunu dusunuyorum. 


Tabi ki bunu zaman gosterecek, insallah yaniliyorumdur; o yuzden bembeyaz bir sayfa ile "Hosgeldin Cesuryurek"!

21 Şubat 2009 Cumartesi

Libya Kahvesinde Barselona Derbisi



The Big Lebowski: What makes a man, Mr. Lebowski? 
The Dude: Dude. 
The Big Lebowski: Huh? 
The Dude: Uhh... I don't know sir. 
The Big Lebowski: Is it being prepared to do the right thing, whatever the cost? Isn't that what makes a man?
The Dude: Hmmm... Sure, that and a pair of testicles. 

Big Lebowski filminden alinti bu efsane diyalogu niye yaziyorum simdi degil mi? Galiba bizleri erkek yapan bir sey de futbol! Su an Libya'dayim, Trablus'ta otelden ciktim, aksam yemegimi yedim ve sokaklarda geziyordum. Bir sokagin icerisindeki bir kahveden gozuken Barcelona renklerinin gozume carpmasiyla kendimi iceride buldum: Libya'da bir kahvehane kosesinde Barcelona Derbisini izliyordum. Futbol, dunyadaki en buyuk din olan ayaktopu, diller ve kulturlerarasi bir sekilde erkekleri birlestiriyor.

Kapinin sol tarafinda kagit oynayanlar var, oraya yonelmiyorum, sag taraftaki nargile dumanlarinin arasindaki ekran cekiyor beni. Plastik bir sandalyeye oturuyorum, dakika 6. Onumdeki adam, nargilenin ecdadini biliyor, oyle bir duman ufluyor ki ekrani gormuyorum duman dagilana kadar, o sirada sosyal arastirma olarak Libyali erkeklerin kullandiklari jolelerle kellikleri arasinda bir baglanti var mi diye dusunuyorum. On sirada sagda oturan gencler belli ki maci izlemeye zaman oldurmek icin gelmisler, televizyona bakmaktansa telefonla konusuyorlar. Yanimdaki gomlek dugmeleri sonuna kadar ilikli amcalarin da fanatik taraftar olmadigi hissi var nedense, ekrana kitlenmis olmalarina ragmen. Sanki insanlar genelde mac bahanesiyle buraya toplanmislar ama birbirlerini kesiyorlar ve tek maci izleyen benim hissine kapiliyorum nedense. Bu arada Xavi'nin arapasinda Messi ortaliyor, Henry kafayi vuruyor disari. Spiker isimleri ve kelimeleri uzatiyor, mac anlatimi bir anda icinde Barcelona oyuncularinin oldugu bir ezana donusuyor benim icin. Tabi ki bu arada aklima 17 Mayis 2000'de Henry'nin vurup Taffarel'in cikardigi kafa geliyor, pozisyon biraz andiriyor sanki. 

Mac hizlaniyor, pozisyonlar pek girla sayilmaz ama futbol sertlesiyor. Hakem calmadigi duduklerle bende serbest cagrisimi tetikliyor; Selcuk Dereli, Selcuk Dereli, Selcuk Dereli... Oyuncular birbirine girince etraftakilerin de macla alakali oldugunu anliyorum. Arapca bagirmaya basliyolar, hakeme sinirlendikleri belli. Akil calisiyor, dusunuyorum; niye hemen hemen butun dunyadaki gecerli "underdog"lari sevme egilimi Barcelona mevzu bahis olunca vuku bulmuyor? Mac basliyor, sag taraftaki genc arkadaslar kalkiyor, yerine kosa kosa yenileri geliyor. Bazilarinin ustunde Juventus armali esofmanlar var, bazilarinda Ferrari. Italyan esintisi cok var burada. Dakika 30 civarinda Abidal sakatlaniyor, 35'te Espanyol'dan Angel. Abidal'in yerine bir an Patron girecek sandim, Bruce Springsteen'in sol bek muadili Slyvinho ama Pep, kaptanini goreve cagiriyor. Barcelona Derbisinde kemik sesleri; Libya kahvesi ise genel olarak sessiz bu macta. Belki de futbolla cok ilgili degiller diycem ama hepsinin ustunde bir Italyan takimi esofmani, bir suru insan maci izliyor. Yine de icimden bir ses birakin Camp Nou'yu, orada hayatinda canli mac izlemis tek insan benmisim diyor. 

Xavi musait bir sutu kaciriyor. Bir yandan da alttan bir ekran aciliyor, canli Real Madrid macina baglaniliyor. Muhtemeln skor fln soyluyolar ama anlamiyorum. Ta ki biraz daha ilerleyene kadar. Altta pencere devamli devamli acilinca degisen rakamlardan skoru buluyorum ama Madrid neredeyse seri penalti atar hizda gol atiyor. Nitekim ilk yari 6-1 bitti. Sen naptin yigen?

Barca icin ise isler o kadar da iyi gitmiyor, kavga cikti ortam gerildi. Hakem bu sefer cikardigi kartlarla Selcuk Derelilikten Cuneyt Cakirliga vites atiyor, Keita'ya kirmizi, Etoo ve Luis Garcia'ya sari kart. Etoo'nun bu maci tamamlamasi zor, hemen ardindan caktirmadan Ivan De La Pena ile omuzlasiyorlar. Kahvede ilk defa maccilarin sesi kartcilarin sesini bastiriyor, ellerdeki nargile saplari tehditkar isaret parmaklari gibi sallanmaya basliyor: Hakeme olum fermani cikti buralardan, gorecek biri varsa soylesin kendisine.

Bugulu camlarin kiriklarinin olusturdugu bosluklardan kafalar iceri uzaniyor, maksat hem muhabbet hem mac. Sahara colunun guneyinden oldugu belli olanlar daha sakin nedense, oysa African Cup of Nations'dan biliyorum ki asil onlarin heyecanli olmasi lazim. Kahve sahibi nihayet beni farkettigi sirada anliyorum ki Messi galiba Tanri. Elimden geldigince Arapca cay istiyorum, Messi omzu ustune dusuyor saha karisiyor, Madrid gol olup yagiyor; cok ciddi bir surreallik var hayatimin bu aninda. Abiler sinirli, nasil olur da Camp Nou'da, bir Barselona Derbisinde hakem boyle kararlar verebiliyor. Selcukcum, yine andim seni, kulaklarin heralde kipkirmizi olmustur, sebebi benim bilesin. 

Gol yok, heyecan kasirgasi acayip, Madrid ilk yari 6lamis; hemen yarim dinar hesabimi oduyorum ve otelime donuyorum. Eger ikinci yariyi da izlersem serbest cagrisim, Libya kahvesinde mac izlemenin otantikligi ve macin gerilimi arasinda omrumu kisalticam. Tanidikligin sicakligi ile rahata variyorum, nolacak bu Fenerin hali?

Edit: Barcelona sezonun ikinci yenilgisini kendi evinde Espanyoldan aldi, 2-1. Ilk yari gol olup yagan Madrid ise ikinci yari kepenkleri indirdi, 6-1. Heveslendirme Madridista'lari Barca'cigim, uzulecek garibanlar...

Geride Kalan Ikili

Bordeaux maçı arifesinde Formula 1'de yarışacak takımları konuşmuştuk. Tabi bir de yarışmayacak takımlar var. Kısaca bir bunlara da bakalım berabercenek...

Honda: Sezon sonrasında sürpriz bir şekilde Formula 1'den ayrılacağını açıkladı Honda, baya da ses getirdi. Hatta motorsporlarının bir kaç dalında aynı şeyi yapanlar oldu (Suzuki, Subaru da rallilerden çekildi). Iki tane yarışmaya hazır pilotu (Jenson Button ve Bruno Senna) ve hala arabayı geliştiren bir teknik ekibi olmasına rağmen henüz durumu kurtaracak bir patronları ve Avustralya'ya gidecek paraları yok. Bir haftadır Virgin Group Başkanı, deli milyoner Richard Branson'ın takımı satın alacağı dedikoduları dolaşıyor etrafta. Hatta artık bunlar dedikoduluktan çıktı; hem şirket yetkilileri hem de Bernie Ecclestone teklifi doğruladı. Bir başka olasılık ise takım yönetiminin takımı satın da alması. Ross Brawn'ın asıl istediği bu ama bir o kadar da gerçekleşmesi zor. Ayrıca yıllardır maalesef bir yere gelememiş bir takıma böyle bir ekonomik ortamda sahip olmak çok da akıl karı değil. Honda ise resti çekti, ay sonuna kadar takımı satın alan biri olmazsa onlar da takımı dağıtmaya karar verdiler. Çok ciddi kural değişiklikleri ardından hiçbir test yapılmamış bir arabanın gridde olması sadece Force India'nın işine yarar, sonunda geçebilecek bir rakip bulmuş olabilir.

USF1: Kanada GP'sinin takvimden çıkarılması ile Kuzey Amerika'yı NASCAR'la başbaşa bıraktık sanıyorduk, oysa hala gönüller birmiş. F1 duayenlerinden Peter Windsor'un başını çektiği bir grup 2010 sezonundan itibaren yarışlara katılacaklarını gayriresmi bir şekilde açıkladılar. Kuzey Carolina'da kurulacak olan takım, oradan yarışlara katılacak. Ilk pilot adayı olarak da daha önce adı Honda ile de anılan Danica Patrick ortaya çıktı. Modern zamanlarda hiç bir kadın pilot görmemiştik, gerçekten enteresan bir deneyim de olabilir. Scott Speed'in başarısız Toro Rosso deneyiminden sonra daha kabiliyetli bir pilot ile Amerika'nın ilgisi tekrar çekilebilir. Danica Patrick de kesinlikle bu ilgiyi uyandırabilir. Bu takımın geleceği hakkındaki resmi açıklamanın bu hafta içinde yapılması bekleniyor.

David Richards ve Prodrive: Geçen sene başında Formula 1'in direğinden döndü Prodrive. Yıllarca World Rally Championship'te Subaruları yarıştıran Prodrive atölyesi ve başlarında BAR tecrübesi bulunan David Richards ile iyi bir iş çıkaracaklarını, yarışlara renk katacaklarını düşünüyordum. Ama takımların başka bir takımdan bütün araba paketini satın alması yasaklanınca Prodrive'ın hayalleri de suya düştü. Richards'ın hayalleri yine de canlı, çünkü Formula 1'de masrafları düşürme trendi bir yandan da arabaları gittikçe birbirinin aynısı haline de getiriyor. Bakarsınız yakında yasaklar kalkar, David Richards parayı basar, aracını alır ve yarıştırır.

18 araçlık grid'i yakın bir tarihte çoğaltmaya en yakın takımlar da böyle. Gerçek hayatta başlarına ne geleceğini ise zaman gösterecek.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Bordeaux'dan Sonra Kocaeli'den Önce


Sevmiyorum dakika saydığım maçları. Bir ara 2002'de Anfield'da Liverpool ile Mondragon arasında geçen maçın bir benzerini yaşayacağımızı düşündüm: De Sanctis vs Bordeaux. 0-0 beraberlik, yine de fena skor değil, hele de oynu gördükten sonra. Galatasaray'ın ne kadar durağan oynadığını Bordeaux karşısında çok açıkça gördük. Onlar akan bir futbol oynadılar, biz de olabildiğince durdurmaya çalıştık. Ilk yarıdaki kötü adam paylaşımı dışında da durdurduk aslında. Yapabildiğimiz kadar da atak yaptık. 

Yalnızzzzz... (En sevdiğim bölüm başlıyor) Baros'un ilk yarıda elle oynadığı diye sarı kart gördüğü pozisyon kesin penaltıydı, bakalım yarın nasıl bir ultimatom gelecek resmi siteden. Bunun yanında Harry Kewell, altı pas içinde kaçırmasaydı (tamam kaleci kurtardı) ne kadar farklı olurdu skor acaba? 

Geldiğinden beri küçük maçların gol kralı olarak baktığım Baros'u bu maçta acayip beğendim. Oynadığı ilk yarıdaki oynuyla, ikinci yarıda Nonda'nın yaptıklarına bakınca bir kez daha takdir ettim Çek forveti. Hoş, şimdi Skibbe övüyor televizyonda ama ben Nonda'nın teşekkür edilip şans dilenmesi gereken oyunculardan olduğunu düşünüyorum. 

Belalı bir sağ bekten sonra boş bir sol bekimiz de var artık. Hakan Balta olmayınca Volkan Yaman oynamasın diye 3'lü defansa dönüyoruz, anlamıyorum kusura bakmayın. O zaman Volkan niye kadroda? 

Şimdi kendi evinde gol yememe bombası Galatasaray'ın elinde. Eğer haftaya Ali Sami Yen'de gol yemezsek turu geçeceğimize inanıyorum. Hamburg da 3-0 yenmiş deplasmanda, rakibimiz belli oldu şimdiden, sıra bizde inşallah. 

PS: Wizard of Oz'u özlemişiz.

2009 Sezonuna Bizim Isınma Turlarımız

Galatasaray'ın Bordeaux deplasmanı öncesi biraz kafa dağıtalım ve yakın zamanda kesinleşen bu seneki Formula 1 grid'ine bakalım sizlerle.

29 Mart'ta Avustralya GP'si ile başlayacak yeni sezon öncesi, yapılan çok kapsamlı kural değişiklikleri ile beraber (KERS sistemi, aerodinamik yenilikler ve slick lastikler; başka bir postta hepsine ayrı ayrı değinirim) anormal bir heyecan kasırgası bizleri bekliyor gibi bir his var içimde. 2007 sezonunun ardından "Kimi son yarışta hem Lewis'i hem de Alonso'yu bir puanla geçiverdi, bundan daha heyecanlı ne olabilir" diyorduk. 2008 sezon finalinde Lewis Hamilton, son turun son virajında 1 puanla şampiyonluğu kaptı, heyecan maabında ufkumuzu genişletti. 2009? Görücez...

McLaren: Lewis Hamilton ve Heikki Kovalainen ile pilotlarını değiştirmeyen takımda Heikki'nin bu sene daha fazla katkı yapması mecburi, yoksa geçen sene gibi bu sene de Markalar Şampiyonluğu hayal olur. Ama son testlerde yaptıkları iyi 
derecelerle McLaren'in bu sene de başa oynayacağı kesinleşti gibi. 1998'den beri hasret kaldıkları dubleye bu sene ulaşabilecekler mi göreceğiz. Bunun için geçen seneden daha dayanıklı olmaları kesin. Yine de Force India'ya motor ve vites kutusu aksamı verecekse takım, demek ki kendine baya güveniyor.

Ferrari: Şahlanan At için kolay bir sene olmayacak, bunu takım içinden kaynaklar da itiraf ediyor (sanki bana ediyolarmış havasına girdim bi anda). KERS sisteminde geride kaldılar, yeterli ilerlemeyi gösteremediler, şimdi Bahreyn testinde kilometre yapayım derken kum fırtınalarına yakalandılar. Geçen seneki dayanıklılık sıkıntıları bu sene de başgösterir gibime geliyor. Bunun yanında pilotlar da birer soru işareti. Massa, geçen senenin hayal kırıklığından daha güçlü mü yoksa yıpranmış mı çıkacak? Kimi, artık şu emeklilik muhabbetlerinden bayıp sürmeye başlayacak mı? Gerçekten, nasıl şampiyon olduğunun ertesi sezonu sadece 2 yarış kazanabilir bir insan, bunu açıklaması lazım. Luca Di Montezemolo bile "o yarış Kimi'nin kuzeniydi, bu sene kendisi gelecekmiş" gibi mavra açıklamalar yaptı. Bu sene Ferrari'nin iki kupadan birini kazanması benim gözümde süpriz olur. 

BMW: Williams ile ayrılıp Sauber'i aldıklarından beri her sezon ilerleme gösterdiler. Biraz Formula 1'in Sivasspor'u gibiler hatta. Uzun süre lider götürdüler, geçen sene ilk yarışlarını kazandılar (hem de duble yaparak) ve 2009'un geniş çaplı kural değişikliklerine çok önceden hazırlanmaya başladılar. Geçen seneki hedefi ilk pol pozisyon ve yarış galibiyetini gerçekleştiren BMW, bu seneki hedefini şampiyonluk olarak koyuyorsa bir bildikleri vardır. Benim gözümde bu senenin favorileri onlar, Sivas yaparsa BMW de yapar. Hem de Kubica ve Heidfeld gibi oturmuş ve hızlı iki pilotları var. Yalnız Heidfeld artık sıralama turlarını kabusa dönüştürmemeli. 

Renault: Geçen senenin ikinci yarısının sürpriz takımı Renault'da herkes aynı formun bu sezon da devam etmesine dua ediyordur. Alonso iddialı, bu sene şampiyonluğa oynarız diyor. Yarış kazanabilecek bir durumda olsalar da şampiyonluğun o kadar kolay olmadığını hatırlamak isteriz Asturia'lı eski şampiyona. Yine de hedeflerinde gerçekçilerse sezona iyi başlamak zorundalar, iki senedir rezalet başlangıçlar moralleri yere seriyordu; sonra topla toplayabilirsen. Yine de Alonso'nun ardarda Singapur ve Japonya galibiyetleri yılın en büyük comeback'lerinden olarak yerini aldı. Nelsinho mu? O hala cepten yiyor.

Toyota: Her sene iddialı açıklamalarla başlar, Trulli'nin uçtuğu bir kaç sıralama turu dışında da hayal kırıklığı bir sezonla biter genelde Toyota'nın Formula 1 aşkı. En başta olmayan her takım gibi onlar da kural değişikliklerinin kendilerine yaraması için çok çalışacaklar en başta. Trulli'nin sıralamalarda hızlı olduğu kesin, Timo Glock da geçen sene iyi işler becermişti ama bu seneki gerçekçi hedeflerinin 4.lük olması lazım kanımca. Gerisini hayal etmek bile zor. 

Toro Rosso: Takımın yarısının satılığa çıkması moralleri bozmuş ve Toro Rosso'nun Formula 1'deki varlığını tehlikeye sokmuştu bir süre. Neyse ki bu kötü ekonomik ortamda hala buradalar ve iki tane deli fişek sürücü ile yollarına devam ediyorlar. Bu senenin tek rookie'si Isviçreli Sebastian Buemi napacak yakından izleyeceğiz elbet. Bourdais ise bu sene potansiyelini göstermek isteyecektir, geçen sene gereğinden fazlasıyla takım arkadaşı Vettel'in gölgesinde kalmıştı. Eğer Buemi'ye yeteri kadar fark atamazsa seneye o da gidici olur. Italya'nın küçük takımı yine pilot tercihini geç açıkladı, yine arabayı geç tanıttı. Bu sene, öncekilerden daha büyük dezavantaj olabilir bu. Direk rakipleri Red Bull ile yarışta şimdiden 1-0 gerideler. Bu takımı 2010'da başka bir isimle görürsek maalesef çok şaşırmam. 

Red Bull: Boğaların daha büyüğü, küçüğünden daha az kanatlanmış ve Toro Rosso'nun gerisinde kalmıştı geçen sene. Bu sene oradan Vettel'i getirttiler, yanında da Mark Webber, güzel bir pilot ikilisi yaratmış oldular. Nedense bu sene Formula 1'de daha ciddiler ve artık parti yapmaktan daha farklı şeyleri başarmak istiyorlarmış gibi geldi bana. Adrian Newey'in yeni tasarımı RB5, özellikle burun bölgesinde diğer araçlardan farklı. Eğer bu kumar tutarsa Red Bull kendini enteresan yerlerde bulabilir. Bu senenin kesinlikle en izlenesi pilotu Vettel, özellikle de Webber sezon tatilinde ayağını kırdıktan sonra bol bol test yaptı ve araca da alıştı. En az bir yarış galibiyeti bekliyorum, geçen seneki Monza'nın tadı damağımda. 

Williams: Maalesef Williams, hala eski şaşaalı günlerinden çok uzakta ve her sene klasmanda daha da aşağıya iniyorlar. Formula 1'deki ender özel takımlardan biri olarak (hem de çok çok başarılı mazisi olan bir takım olarak) Frank Williams ve ekibinin bu gidişatı tersine çevirmesini yürekten istiyorum. Ama Nakajima ile bu iş zor. Neyse ki Toro Rosso, denediği Takuma Sato'yu takıma katmadı da pistlerde iki kamikaze görmeyeceğiz bu sene. Birileri Tokyo Drift ile Japon GP'sinin farklarını çekik kardeşlerimize anlatsa iyi olur. Bir başka üzüldüğüm nokta da Nico Rosberg'in zayıf arabalarda harcanması. Babasının takımına gönül bağını anlayabiliyorum ama sonunda bir Jenson Button vakası daha olmaya doğru ilerliyor. Kabiliyetli ama harcanmış yetenek olmanın da psikolojik baskısı, ileride isilik yapabilir ona da. 

Force India: Formula 1'in Slumdog'larını grid'in en arkasından kurtaracak tek şey Honda'nın sürpriz bir şekilde geri dönüşü olabilir. Vallya, her ne kadar ilk günden beri 2009 sezonuna odaklandıklarını söylese de yolları uzun ve sarp. McLaren Mercedes ile motor-vites kutusu ortaklığı, acılarını bi nebze dindirebilir ama hastalığı iyileştirmez. Hele de Mike Gascoyne ve Colin Kolles'un takımdan uzaklaştırıp Vijay Mallya'nın askeri rejim ilan etmesi, bu sene için de Force India'nın kaderini gözler önüne serdi. Buradan Adrian Sutil'e bir çift lafım var ama: Sen kendi işini yap, bakma bu Hintli'lere. Alonso da zamanında Minardi ile sonlarda gezinirdi sonra şampiyon oldu. 

Şu anda yarışmıyor gözüken iki takım daha var, onlar farklı bir post'un konusu. Hem zaten maç da başlamak üzere...

8 Şubat 2009 Pazar

3 Taraflı Bir Maç

"Hakemler hakkında konuşmak istemiyorum" bir klişe artık, "ama maçın önüne geçen hakemler" de artık bir klişe; bir türlü yazıya nasıl başlayacağımı bulamıyorum o yüzden.

Dün akşamki Galatasaray-Kayseri maçını her düşündüğümde, aklım Selçuk Dereli'ye geliyor ve başka bir yere pek gidemiyor. Henüz maçın tekrarını izleyemedim, yani Lincoln'ün ve Aghahowa'nın penaltı pozisyonlarını göremedim. Tribünden ikisi de penaltı gibi geldi ama TV başındakiler ikisi de değildi diyor. Peki Lincoln'ün ikinci sarı kartı? Herkes tarafından kuralların tamamen yanlış kullanımı olarak gösterilen, çok haksız ve geceye çok büyük bir sekte vuran o ikinci sarı kart. 

Oysa Galatasaray ile Kayserispor arasındaki maçı hevesle de bekliyordum, ligin iki güzel top oynayan takımı. Biri gol atmaya bayılıyor, öbürü de attırmamaya. Bir futbol resitali, mücadelenin en güzelini izlemeye gitmiştim Ali Sami Yen'e. Nonda da golünü attı, ona da sevindik ama sonrasında maçı iki taraf için birden katleden Selçuk Dereli vardı sahada sadece. Hemen hemen her kararında sadece yanlışları çalan, gereksiz yere büyük bir futbol potansiyelini çöpe atan bir Selçuk Dereli. Biz futbol izlemek istiyoruz, yani kasap futbolcunun atılmasını ama oynayanın sahada kalmasını istiyoruz. Futbolsever olarak futbolcu izlemek istiyoruz, hakem değil. 

Az önce 2. yarısını izlediğim Konya-Beşiktaş maçında, oyuna elinden geldiğince müdahale etmeyen bir Koray Gencerler'i izlerken aklım tekrar Selçuk Dereli'ye gitti. Taçları 30 cm yandan kullandırtmak için oyun durduran ama bariz faulleri çalmayan, hem oyuncuları hem tribünleri tahrik ettikten sonra açıklama yapmayan hakemler, maalesef artık Türk futbolseverlerin korkusu oldu. 

Ben yine de bu kadar tahrik altında olmalarına rağmen oyunu çirkinleştirmeyen Kayseri ve Galatasaray futbolcularına teşekkür ediyorum; kaldı ki bir de onların arasında bir olay çıksaydı o zaman gerçekten çok çirkinleşecekti gece.

Peki bir soru: Eğer MHK, Selçuk Dereli'ye düşük not verip onu haksız durumuna düşürürse verdiği kararların yanlış olduğunu da onamış olacak demektir, bu durumda GS tribünlerinin haklı ama küfürlü tepkisine nasıl ceza gelecek? 

Sevemedik sizleri hakem camiası kusura bakmayın, ama hala elimizden geleni yapıyoruz...


Not: Az önce IBB'li Mahmut da Lincoln gibi haksız bir şekilde atıldı. Maçların 11'e 11 biteceği günleri iple çekiyoruz.

Duran Top Cambazı


Sabri Sarıoğlu... Galatasaray'ın altyapısından gelip 2. Fatih Terim döneminde A takıma girdi, yaklaşık 6-7 sene olmuş kısaca. Normalde sağ açık oynayan ama bu aralar Galatasaray'ın belalı bölgesi sağ beke kaymış bir oyuncu.Tabi ki niyetimiz insanları yermek değil, ama eleştirilmesi gerektiği zaman da eleştirelim. Agresif yapısını sevmediğim kadar azmini ve mücadelesini de sevmişimdir Sabri'nin. Sahada nereye koyulursa koyulsun elinden geleni yapan Sabri, her diğer oyuncu gibi hergün antreman yapıyor. Yani artık futbol topuna öyle veya böyle hakim olması lazım. Bir oyuncu, üzerinde başka oyuncu varsa kolay orta yapamaz, top atamaz vs. Peki niye Sabri'nin kullandığı bütün duran toplar hep kaleciye veya auta gidiyor? Niye Galatasaray'ın duran toplarını Sabri kullanıyor? 

Dünkü Kayseri maçında 60 dakika 10 kişi oynamak mecburiyetinde bırakılan bir Galatasaray var ve bu takımın en büyük silahı (durum icabıyla) duran toplar. Bunu nasıl bu kadar düzenli ve istikrarlı bir şekilde heba edebilir bir takım? Yandan hiç mi müdahale olmaz, kimse mi demez Sabri bırak başkası kullansın diye? Bileklerine bu kadar hakim bir Arda varken hele de... Arda'nın gidip kafa topu alması Suat'ın Juventus'a gol atması kadar zor (ama imkansız değil).
Sabri'nin idmanlarda serbest vuruş çalıştığını biliyoruz, peki niye maçlarda aynı performansı sergileyemiyor?

Sabri ve çevresindekilerin kombine bir sorunu bu ama beni korkutan ASY tribünlerinden yükselen homurtuların yakın zamanda protestoya dönüşmesi ve bir tribün-Sabri dalaşı... Inşallah yanılırım...

5 Şubat 2009 Perşembe

Ayıptır, Günahtır





Yukarıda görülen istatistikler Lebron James ve Kobe Bryant’ın iki gün arayla New York Knicks’e (Knickerbockers olarak da bilinir ve bu da değinilmesi gereken bir konudur) çektirdiklerinin ya da yaşattıkları işkencenin sayılara dökülmüş halidir. Çok gariptir iki gün önce Kobe Bryant 61 sayı atıp Madison Square Garden’ın sayı rekorunu kırdıktan sonra Nba.com sitesi Clevland-New York maçından önce ‘acaba Lebron James, Kobe’nin rekorunu kırabilecek mi?’ diye bir manşet attı. Bu yazıyı okuyup, hoş bir yazı böyle insanlarda hoş seda bırakır ama bu işler öyle yürümüyor falan diye atıp tuttum içimden. İşte ben tam olarak bu noktada büyük bir hata yaptım. Bu gaflet ve dalalet içersindeki ben, maçın sonucuna ve analizine bakarken aynen o reklamdaki gibi “Yok Artık Lebron James” nidaları beynimin içinde yankılanıyordu. Buradan alınan ders nedir, Lebron James gibi üst düzey rekabetçi insanlara böyle hedefler koymayacakmışsınız. Acaba New York takımı siteye dava açsa yeri midir, “neden böyle bir makale yazıyorsunuz ki arkadaşlar neden kendi halindeki Lebron James’i azdırıyorsunuz -tam anlamıyla dogru tabir-” deseler hakli degiller mi? Sonunda işte yukarıdaki gibi acı tablolar çıkıyor ortaya. Olan New York Knicks ve Spike Lee’ye oluyor. Sen git o kadar para ver saha kenarında en cafcaflı koltugu kapat, bir maç Kobe Bryant’ın bir sonraki maç Lebron James’in gönül verdiğin takıma tabiri caizse tecavüz etmesini bir metre uzaklıktan seyre dal. Yürek dayanmaz, insanın gözünden birkaç damla yaş dökülür, canı acır. Ben Spike Lee’nin yerinde olsam iki maçı alır bir belgesel yapar ondan sonra da New York Knicks’li oyuncuların ve teknik kadronun evine üzerinde bir notla yollardım: -Shame On You-

Maçları izleyemedim ama atılan skorlar inanılmaz. Fakat hangi performans daha takdir edilesi denirse açık ara Lebron James. 52 sayı ile triple double yapılmaz, ayıptır, günahtır. Lebron’dan önce bu ayıbı bir insanoğlu daha gerçekleştirmiş o da Karem Abdul Jabbar. Lebron’un performansını Kobe’ninkine üstün kılan tek olay overall play denen oyunun her evresinde aktif olma durumu. Kobe maç sonu konuşmasında, “bugün rebound alan ya da asist alan adam değil, tamamen skoru isteyen, her saniye potaya saldıran kişi olmak istedim” demişti. Lebron ise potaya saldırmakla kalmayıp arkadaşlarına saldırı pozisyonları hazırladı, hücumda oldugu kadar takım savunmasına konsantre olup mükemmel bir performans sergiledi ki bunlar dile kolay, realitede çok zor işler.

Uzun lafın kısası iki tane inanılmaz performans var ve bunların hakkında ne kadar yazsak çizsek bos, biz en iyisi saygıyla önlerinde eğilelim. Fakat bunu söylemeden edemeyeceğim hakikaten ayıptır günahtır, bir takıma ve onları desteklemeye gelen binlerce taraftarın üstüne bu kadar çok gelinmez ki ama... İnsan insana böyle yapar mı, yapmamalı.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Arda Turan Oley!!


Hak vermemek elde değil. Facebook hemen hemen hepimizin kullandığı bir site ve Arda Turan da hepimiz gibi bir insan (öyle diyelim öyle olsun, farklar var arada haliyle). Orası kişinin kendi özel alanıdır ve istediğini koyar, resimlere bakmadım ama belli ki rezil edecek bir resim de yok. Ama beli açılmış aktrislerin resimlerini "kariyeri boyunca çalıştı ama bu anda rezil oldu" şeklinde veren zihniyetlerin başka birşey yapması beklenemez. Oldum olası paparazzi konseptine kılımdır zaten. 

O zaman ilk önce kendi seviyelerinde bir cevap olsun bu, o dilden anlarlar: "Elalemin derdi seni mi deldi!" (Hakkaten baya kötü oldu bu)

Hemen arkasından geçen gün Michael Phelps hakkında yazdığım yazı gelsin; buyurun buradan yakın.

Sırada bu protesto eylemini başlatan Ali Okancı'nın Penne Arabiata'sından gelsin:

BUGÜN BAZI İNTERNET SİTESİNDE ARDA TURAN'IN ESKİ KIZ ARKADAŞIYLA EV ORTAMINDA ÇEKİLMİŞ SAMİMİ FOTOĞRAFLARI YAYINLANDI. BUNUN HABERCİLİĞİN HİÇBİR TÜRÜYLE BENCE İLGİSİ YOKTUR, ELLERİNE DE HİÇBİR ŞEY GEÇMEYECEKTİR. BİR İNSANIN ÖZEL HAYATINA BU KADAR GİRİLMEZ. ARDA'NIN ESKİ KIZ ARKADAŞI DA ZOR DURUMDA BIRAKILMIŞTIR. BU FOTOĞRAFLARI BASINA SIZDIRAN VE BUNLARI YAYINLAYANLARI KINIYORUM. BURADAN TÜM BLOGGER'LARA SESLENİYORUM; SİZDEN RİCAM BU FOTOĞRAFLARIN YAYINLANMASINI KINAMANIZ.

Tatlı olarak da işi sahibine bırakalım. Arda Turan'ın son albümünün ilk single'ı geliyor; "Zorunlu Açıklama":

Bugün bazı internet siteleriyle birlikte saygın bir gazetenin internet sayfasında şahsıma ait bazı fotoğraflar yer almıştır.

“Arda’nın Gizli Fotoğrafları" başlığı ile mahrem kalması gerektiğini kendi kendine itiraf eden bir buçuk yıl önce çekilmiş görüntülerin yayınlanması tek kelimeyle kişilik haklarıma saldırıdır. Buradaki amaç, şahsımı karalamak ve zedelemek adına her insanın özel hayatında yaşanan bir masumiyetin üzerine başka anlamlar katarak kamuya sunmaktır.

Özel hayatıma tecavüz olarak nitelendirebileceğim ve bir buçuk yıl öncesine dayanan bu fotoğrafları çalıp internet ortamına sızdıranlar ve bunları özel hayata saygı kavramını göz ardı ederek yayınlayanlar hakkında hukuki haklarımı saklı tutacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın.

Takımımızın zorlu maçlarının olduğu bir süreçte gerek futbolumu gerekse çalışma anlayışımı ve formam için mücadele aşkımı hiçbir dış güç ve entrikanın karalayamayacağını buradan bir kez daha kamuoyuyla paylaşırken bu fotoğrafları yayanların ve basanların kendi aile ve özel hayatlarına böyle bir müdahele yapıldığı takdirde nasıl tavır alacaklarını da bilmek isterdim. Ayrıca hem şahsımın hem de futbolumun bu tür başka konularla yıpratılamayacağını buradan belirtmek isterim.. 

Saygılarımla 
Arda Turan

Catı Katı: Blog Idman Yurdu


Blog Idman Yurdu'nun neşesi kaplıyor bugün içimi açıkçası. Hatta diger blogumda bile bahsettim, o kadar güzel bir gelişme ki bu. Aynı niyetle yola çıkan, birbirlerine okuyarak/yorum yaparak arka duran, aralarındaki konuşmalarda cesaret veren insanların (fibonacci ile ikimizi yeni yeni buralara katıyorum artık) tek bir çatı altında toplanıp "birlikten kuvvet doğurması" aslında bu. 

Bunun yanında gittikçe fanatikleşen ve hırçınlaşan futbol dünyamızda, blog çevresinin son derece hoşgörülü, kendi takımını da eleştirebilen, araştırmacı, birbirine destek ve kişisel olarak olmasa da netten tanışıp kaynaşma halini çok seviyorum. Sanki büyük bir çete, ufak bir silahsız ordu misali... Ayrıca işini yarım yamalak yapmayı norm ilan eden bir yerde herkesin konusunu iyi araştırıp, etraflıca düşünerek ve hakkını vererek yapması gözlerimi yaşartıyor (duygusallaştım, ağlayıp geliyorum).

Su anda takip ettiğim, okuduğum, takdir ettiğim blog emekçileri (politikaya da giriverdim, kapitalizme ince ayar çaktım); hepinize buradan teşekkür ediyorum. BT'nin yeri ise ayrı, Aceto Balsamico ile bizlere liderlik ediyor. Umarım beat kuşağı gibi bir kuşak doğar bizlerden de, tadı yıllar sonra damaklarda kalan, öncülük eden, iyiye doğru kötülüğe karşı militan/romantik duran bir toplulukvari...

1 Şubat 2009 Pazar

Insan Olmamak


Daha yeni Verdasco'yu 5 setle, 5 saatle geçmişti Rafa. Şu anda yine 4 saat 23 dakikada, yine 5 sette Federer'i yendi ve Avustralya Açık'ta ilk şampiyonluğunu elde etti. 

3 günde 5 saatlik yarı final ve final oynamanın fiziksel zorluğu mu, yoksa Avustralya Açık'ta hiç kazanmamış Ispanya'nın uğursuzluğunun psikolojik zorluğu mu üstesinden gelinmesi daha büyük bir engel bilinmez ama Nadal hepsinin üstünden geldi. Hele son oyun vardı ki, Federer'in itirazları, hep takdir ettiğim tenis seyircisinin şaşırtan yuh'larıyla gittikçe gerilen ve sonunda kazananın deuce'tan belli olduğu bir oyundu. 

Hemen notlara geçelim: Avustralya'nın Roger Federer'e olan hayranlığı inanılmaz seviyede. Rafa Nadal kazanmışken bile hala herkes Federer'e tezahürat yapıyor. Peki o napıyor? 2.'lik şiltini alırken hüngür hüngür ağlıyor. Bir eski şampiyonun gözyaşları, çaresizlikten mi acaba? 14. Grand Slam'e bu kadar yaklaşmışken kaybetmekten mi? Eminim çok zordur.

Ama belki tenisi tenis yapan, bu sporda yer alan insanların centilmenliği, sportmenliği. Federer ve Nadal gibi çok uzun süredir dünyanın 1-2 numarası olan iki kişinin dostluğu, birbirlerine olan saygısı, kaybedenin kazananı içten desteklemesi, kazanın kaybedeni rencide etmemek için elinden geleni yapması heryerde görülmeyecek hareketler gerçekten.

Hayatımda bazı şeyleri izlerken tarihe tanıklık ettiğimi biliyordum (Schumacher'li yıllar, Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanması, orijinal kadrolu Black Sabbath'i konserde görmek vs) ve bu final, diğer bütün Federer-Nadal finalleri ile birlikte, tarihin önemli parçalarından biri. Ne kadar teşekkür etsek azdır...