31 Mayıs 2009 Pazar

Neredeyse Imkansızın Olması

Kasetin başından başlayalım. Geçen sene Wimbledon. Nadal, sonunda Roland Garros haricinde, toprak zemin dışında bir grand slam kazanmıştı. Ilk defa da bir sene sonunu dünya sıralamasının en tepesinde bitirdi. Yıllarca Federer'in arkasında kalmaktan sıkılmış, bu arada olgunlaşmış ve kendini geliştirmişti. 

Bu sene Avustralya Açık ile başladı. Toprak ve çimden sonra Nadal, ilk defa sert zeminde de grand slam'i almıştı. Avustralya'da Verdasco ile efsane bir yarı final serisinden sonra çıkıp Federer'i devirdiğinde herkes artık daha büyük hedefler hakkında konuşuyordu. Career Grand Slam, yani farklı sezonlarda 4 grand slam'i de kazanmak artık çok uzak değildi zaten. Bir tane US Open kupası yetecekti. Asıl soru Calendar Grand Slam, yani bir sezon içinde bütün grand slam'leri kazanmaktı. Avustralya'yı kazanmıştı, Roland Garros'ta zaten daha hiç maç kaybetmemişti, Wimbledon'ı kazanabileceğini de göstermişti. US Open kalmıştı bir, o da Rafa için imkansız değildi. 

Kaseti bugüne getirelim. Roland Garros, yani 4 senedir kazandığı ve tek favori olduğu toprak zemin grand slam'i. Çıtır çerez, calendar grand slam'inin en kolay ayağı. Robin Soderling kimdir peki, dün bilen var mıydı? Ama bugün o sorunun bir cevabı var: Rafa Nadal'ı 4. turda eleyen Isveçli. Sen git, toprakta 31-0 gibi mükemmel bir kariyeri olan dünya 1 numarasını ele. Gerçekten büyük olay. Böylece calendar grand slam hayalleri bir sonraki sezona kaldı Rafa'nın. 

Peki aynı gün bayanların son şampiyonunun da Roland Garros'tan elenmesi nasıl bir sürprizdir. Ivanovic'i de 19 yaşındaki Belarus Azarenka eledi. Bayan tenisindeki Doğu Blok Hakimiyeti uzun seneler devam edecek gibi. 

29 Mayıs 2009 Cuma

F1'in Geleceği

Bir süredir bu blogda bahsediyordum, F1'in geleceği tehlikede diye. FIA, seneye takımlara mecburi olmayan 40 Milyon Sterlinlik bir bütçe kısıtlaması getirecekti. Buna uyanlara daha geniş teknik özgürlükler verip iki farklı kural seti oluşturacaktı. Başta Ferrari olmak üzere takımlar da genel olarak karşı çıktılar buna. Bugün ise 2010 sezonu için başvuruların son günüydü. Yani bugünü ıskalayan, seneye kuvvetle muhtemel yarışmayacaktı.

Formula One Teams Association (FOTA), yani bütün F1 takımları, bir pakt kurup beraber karar hareket etme kararı alsa da Williams, 2 gün önce tek başına davranarak başvuru yaptı. Bu yüzden de FOTA'dan bir süreliğine ihraç edildiler. Bu noktaya dönücez ama şimdilik konudan çok dağılmayalım. O sırada, başvuran 3. takım oldu Frank Williams'ın ekibi, USF1 ve Campos Racing'in ardından. Bugün geri kalan 9 takım da şartlı başvuru yaptı 2010 senesi için. Bunların yanında Prodrive ve Lola da Hamdi Bey'in teklifine "varım" dedi. Bu sırada FOTA takımları da seneye spora yeni katılacak takımlara teknik danışmanlık yardımı yapmayı kabul etti.

Peki artık herhangi bir sıkıntı var mı F1'in geleceği hakkında? Var aslında. FOTA takımları şartlı girdi işe demiştik. Şartları da tek kural seti ile yarışılacak olması ve 2010 sezonunda yarışacak takımların açıklanacağı 12 Haziran'a kadar yeni bir Concorde Anlaşması. FIA da takımlara, yaptıkları uzlaşmanın ödülü olarak kademeli bütçe indirimi kartını kullandı. Yani seneye 100 milyon Sterlin gibi bir rakamda anlaşıp, bir sonraki sene 40 Milyon'a düşmenin makul olabileceğini açıkladılar. 

Williams'a döneceğiz demiştik. Williams'ın FIA'ya bu kadar kolay boyun eğmesinin sebebinin ardında eskisi kadar başarılı olmamaları, bu sene sonunda ana sponsorları RBS'i kaybedecek olmaları ve başka çareleri olmadığı yatıyor. Işin maddi boyutu son derece önemli ve Williams da bu konuda çok garantili değil anladığım kadarınca. Yıldız pilotları Rosberg'in daha iyi bir takıma gitmesini bile açıkça konuşabiliyorlarsa durum pek iç açıcı değildir. Bir seçenek daha var ama anmak bile istemiyorum. 

Ama o seçenek için Toyota için çokça konuşuluyor. Honda'dan sonra Toyota'nın da spordan ayrılmak istediği zaten bilinen birşey. Bu sene kesin yarış kazanılacağına dair takım patronlarının şirket patronlarına sözler verdiğini söyleniyordu. Toyota Co.'nun açıklanan zarar rakamları ile birlikte artık yarış kazansalar bile seneye F1'de olmayacakları söyleniyor. Hem onlara hem de Trulli ve Sutil gibi iki yetenekli pilota yazık olur. Renault'nun da çekileceği söylentileri var ama o, henüz üstünde çok da konuşulan bir konu değil. 

Ama yerlerini dolduracak takımlar geliyor arkadan. 10 takımı 13 takıma çalışıyor FIA seneye. 3 takımlık yere de 4 aday var şu anda: USF1, Lola, Prodrive ve Campos. Toyota ayrılırsa, bu takımların arasında seçme olmaz; teknik yeterliliği olan gelir. 

Işte F1'in geleceği böyle böyle şekilleniyor. Biz pistlere dönelim, yaklaşan Türkiye GP'si hakkında yazalım biraz da bundan sonra.

Wizard of Barça

Normal olmadığını biliyorduk, sonunda gerçek kimliğini ortaya koydu... 

Futbolcudaki Mesajsızlık Kaygısı

Çarşamba gecesi Eto'o, attığı golden sonra koluna vururken en başta anlamamıştım ne demek istediğini. Yine de çok uzun sürmedi o hareketin anlamını anlamam. Hareket, kendisine ırkçı tezahüratlarda bulunanlara cevaptı; kabaca diyordu ki "bu karakol size girsin".

Ister istemez gözümün önünden bunun gibi hareketler geçti. Daha bir kaç hafta önce aynı takımın kaptanı çok ağır bir mesaj sallamıştı gol attıktan sonra. Puyol, Katalan ismini bile doğru yazmak istemeyen Madrid taraftarına karşı Katalan bayrağı şeklinde pazubandını çıkarıp öpmüştü. Bizim ülkemizdeki muhtemel iz düşümü Ankara tribünlerine karşı Kürt bayrağı öpmek olabilir bu hareketin. 

Bunlardan sonra modern futbolun modern futbolcuları geçti sıra ile gözümün önünden. Mesela son zamanların gözde adamı Cristiano Ronaldo. Kesinlikle çok iyi bir oyuncu, komple ve harika. Lafım yok. Ama bu yazı, bir futbol dışı-saha içi yazısı. Ronaldo'nun yapabileceği tek şey iyi oynamak, kıro giyinmek, kız götürmek ve Ferrari haşat etmek olabilir. Onun verebileceği bir mesaj olamaz. Eto'o ırkçılığa küfreder, Puyol halkını savunur, Muhammed Ali savaş karşıtlığından lisansını kaybeder vs... 

Futbol, sokakların oynudur. O yüzden de zaten bu kadar popüler olmuştur, herkesin oynayabileceği ve anlayabileceği heyecanlı bir oyundur çünkü. Çoğu futbolcu birer Slumdog Millionaire'dir. Kötü mahallelerinden, zor yaşam koşullarından futbola sıkı sıkı tutunarak kurtulmuş ve birer kahraman olmuşlardır. Zor yaşamlarında yaşadığı sıkıntılar sırasında edeceği küfürleri, ünlü olunca edemeyen adamın, benim gözümde değeri yoktur. Futbol, ona bu fırsatı vermişse onu kullanmak boynunun borcudur; kendisi veya o durumda sırt sırta veren arkadaşları için. O yüzden Cristiano Ronaldo iyi futbolcu olsa da adam değildir gözümde. 

Ergün Penbe vardır, bir GS'li olarak unutulmayan. Mükemmel efendidir, ama sessiz bir duruşu vardır. Nouma'yı da severdim; kural tanımaz bir şekilde mesajını verirdi. Zaten tribünlere karşı mesajını verdiği için uzaklaştırıldı ülkeden. Ben Arda'nın efendiliğiyle gençlere örnek olmasını istemiyorum mesela. Üstünde silah olan tshirtü de giysin, zerre kadar umrumda değil. Duruşu ve adam oluşuyla örnek olsun olacaksa. Bu tip adamlar efsane olurlar, yıllarca hatırlanırlar. Verecek mesajı olmayan ancak iyi topçu olur, iyi top oynamayan da silinir gider. 

Arda Turan özelinde futbolcuların halka maloluşu ve insanlara örnek oluşundan bahsetmişken bir oyuncuyu daha atlamayalım: Fransa Kralı 1. Eric. Bu "örnek olalım" saçmalığını çöpe atan adamdır. Yakasını kaldırır ve istediğini yapar; gerekirse adam sakatlar ya da gol atar, isterse de tribündekileri döverdi. Iyi veya kötü, ama karakter budur. Kendin olmaktır.

Modern futbolu sevmememin sebeplerinden biri de; futbolcuyu törpülemesi ve "politically correct" yapması. Adam gibi adam lazım sahalara, top oynayan bebeler değil.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Nijeryalı Manchester United Taraftarı


Google Reader'da haber okuyordum, gözüme çarptı Radikal'deki şu başlık. Okudum da inanamadım. 

Nijerya'da bir Manchester United taraftarı, kutlama yapan yine Nijeryalı Barcelona taraftarlarının üstüne minibüsünü sürüp 4 kişiyi öldürmüş. Niye yani, niye? Nijerya nire, Avrupa nire? Aklım almıyor. Bir yandan da insan hayatının ucuzluğu karşısında afallamış durumdayım. 

Varsa bunu açıklamayan isteyen, çıksın meydane!

Barça! Barça! Baaaarrrça!


Dünkü yazıda "en başta mükemmel bir maç olmasını, sonra hakkedenin kazanmasını, sonra da bunun Barcelona olmasını" dilemiştim. Dediklerim de oldu galiba.

Dünkü maç belki sezon içinde izlediğimiz en iyi maç değildi, ama bu tip 90 dakikalık ünvan maçlarında zaten bunu beklemek naiflik. Yine de muhteşem bir sezona son derece layık bir final oldu. Bütün sene, yılın, belki de bütün zamanların en iyi futbolunu oynayan Barcelona, sonunda da hakkıyla bütün kupaları aldı. Chelsea maçı dışında, Katalanlar, kendi futbollarını oynamanın dışında, rakiplerine hep aynı oynu oynatıyorlar. Ha Real Madrid, Lyon, Bayern Münich; ha Osasuna, Sociedad, Huelva. Manchester United da aynı şekilde yeniliverdi. 

Maç için yapılanlar ve yapılmayanları yazmak istemiyorum, bunu benden çok daha iyi yapan arkadaşlar var. Ama dikkatimi çeken noktalar, bana oyunun güzelliğini tekrar ve tekrar hatırlattılar. Bir kere insanüstü bir sezon geçiren Messi'nin, Şampiyonlar Ligi gol krallığını, finalin son golünü (hem de Van der Sar'a karşı kafa ile) atarak alması; sezonun en iyi futbolunu oynayan takımın en büyük kupayı kapması, "adalet budur" dedirtti. Oh be! Sonra Puyol'un Real Madrid maçında Katalan bayrağı renklerindeki kaptanlık pazubandını öpmesini hatırlıyor musunuz? Peki dün akşam Eto'o, golden sonra ten rengine vurgu yaparken yine çok güzel bir mesaj vermiyor muydu? Üstüne farklı bir yazı yazmayı düşünüyorum ama futbol politikadır ve mesaj kaygısı da bu oyunun bir parçasıdır. Karaktersiz oyunculardan sıkılıyorum.

Ayrıca bizim çok zengin klüplerin her sene yabancılarını yenilemesi ile dünyanın en zengin klüplerinden Barcelona'nın Şampiyonlar Ligi finaline 7 tane altyapı oyuncusuyla çıkması ne büyük bir tezat değil mi? Bu takımın dünya çapında bu kadar sevilmesinin en önemli etkenlerinden biri de sokağı sahaya taşımaları. Batman'vari hem iyi birer kahramanlar hem de insanlar. 

Dün akşam Plaça Catalunya veya Las Ramblas'ta olmak isterdim; Roma'dan bile çok. Güzel şehir gözlerimde tüttü. 

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Kırmızılar Oldu Beyaz

Galatasaray, o efsane günde kırmızı beyaz forma ile sahaya çıkmış ve destanlar yazmıştı. Tanıdığımız alıştığımız renklerinin dışındaydı, ama çok da uzağında değildi.

Manchester ise bu akşamki final için düz kırmızı renklerinden çok farklı çıkıyor. Düz beyaz. 17 yıl önce Kupa Galipleri Kupası finalinde Barcelona'yı yendikleri renklerde. O günden beri ilk defa. 

Futbloglar ve aslen taraftarlar olarak işin kıyafet yönüne, takım formalarının tasarımına, uğurlar/uğursuzluklara biz dikkat ederdik sanıyordum. Bu kez uefa.com bizi ters köşeye yatırdı. Cillopundan bir makale ile Manchester United'ın beyaz formasını ele almışlar. Eminim ki bizden de bunu yazan çok olacaktır. Gol Atan Kaleye değinmiş bile. 

Neyse heyecan her dakika artıyor, en başta mükemmel bir maç olmasını, sonra hakkedenin kazanmasını, sonra da bunun Barcelona olmasını diliyorum. 

26 Mayıs 2009 Salı

Wednesday Night Fever


Çarşamba gecesinin heyecanı şimdiden sardı bünyeyi, nişanlım bile hevesli!

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Sürprizlerle Dolu Monaco

En başta 100 post indirmişiz, bu da 101. Okuyan seven herkese hayırlı uğurlu olsun, teşekkürler.

Gelelim asıl olaya. Tatilde ve bilgisayarsız olduğumdan sıralama turları hakkında yazamadım, onu da hemen buraya iliştireyim. En büyük sürpriz Ferrari oldu benim için, bu derece bir performans açıkçası hiç beklemiyordum. Neyse ki Christian Horner gibi havuza atılan kişi olmadım ama yazdıklarımın tersi çıktı. En azından bu noktada. Red Bull ise, tahminlerimize uygun olarak, Vettel'i pol pozisyon için hafif yolladı piste. Ama Kamikaze Nakajima, Vettel'in bütün planlarını cumartesiden rezil etti. Üstüne bir kötü çıkış, bir Ste Devote spini derken zaten bekleneni veremedi genç Alman. 

Aslında haftasonu, Q1 ile bomba gibi bir başlangıç yaptı. 2 Toyota, 2 BMW ve Hamilton'ın elendiği bir Q1 bir daha görür müyüz bilmiyorum. Ama kesinlikle Toro Rosso ve Force India'ya yaradı bu durum. Buemi, 11. cepten kalkmayı hakkederek aslında beni heyecanlandırmıştı. Ama Piquet'nin aracını kepçelemesiyle biten olay ile yarış dışı kaldı. Hayal kırıklığı. 

Gelelim öndeki mücadeleye. Sürprizlerin takımı Ferrari, 2 ve 5'ten start alacaktı ve Raikkonen'den çok agresif bir start bekliyordum açıkçası. Button'a karşı hem hafif bir ağırlık hem de KERS avantajı varken Ste Devote'de ciddi bir çekişme, belki de bir çarpışma, ardından bir zincirleme kaza, Güvenlik Aracı, hatta ikinci bir start bile bekliyordum. Ama Kimi o kadar kötü bir çıkış yaptı ki, Button'ı zorlamayı bırak daha da ağır ve KERSsiz Barrichello'ya bile geçildi. Aslında zaten o anda kazanmıştı yarışı Button. Barrichello, arkadakilerin temposunu ayarlarken Button bastı gitti ve bi daha da arkasına bakmadı. 

Bir sürpriz de genel anlamda oldu. Geniş ön kanatlar, yakın giden takımlar derken kazalar ve Güvenlik Aracı periyotları bekliyordum ama hiçbiri gerçekleşmedi. Yarış genel olarak Schumacher yıllarındaki pist üstü heyecandan çok pit stop stratejilerinin getirdiği heyecanların yaşandığı yarışlara benzedi. Massa, Webber ve Rosberg'in taktik savaşları özellikle görülmeye değerdi. Taktik dehası Ross Brawn'un Barrichello'yu Raikkonen'in önünde tutma çabası da ayrıca takdire şayandı. Sonuçta Ferrari, Brawn'ın arkasından ikinci takım olarak çıkmayı başardı Prenslikten. Acaba bu yukarıya taşınan performans kalıcı olabilecek mi Italyan takım için?

Bunun dışında not edilmesi gereken iki durum daha var aslında. Birincisi Fisichella, Bourdais'in hemen ardından 9. oldu. Force India, ikinci senesinde de Monaco'dan puan çıkarmaya çok yaklaşıp başarısız oldu. Hintliler, hala tarihlerinin ilk puanını bekliyorlar. Mallya, 2010 Hindistan GP'sini kazanma planını revize etmesi lazım sanki. 

Öbürü de Monaco GP'sini kazanmanın verdiği mutlulukla Button'ın aracını yanlış yere parketmesi. Ve sonra seremoni yapılacak yere kadar koşması. Eminim oraya aracıyla gitse bu kadar keyif alamazdı, herkesle yakın kontak içinde, atlaya zıplaya gitti. Bütün o atmosferi teneffüs etti. Bu arada katılacağı Londra Triathlon'una da antreman yapmış oldu.

Monaco ile ilgili daha yazılarımız olacaktır ama iki hafta sonra sıra bize geliyor. Türkiye GP'si kapıya dayandı. Aynı zamanda Serhan Acar'ın da müjdelediği gibi F1 Racing Türkiye tekrar yayın hayatına başlıyor. Magic is in the air!

21 Mayıs 2009 Perşembe

Dün Gece Kadıköy

Biri kazandı...

Biri kaybetti...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Tataklara Basarsın

Ferrari, bu hafta FIA'ya karşı savaş açmış, biz de buralara taşımıştık. Takımlarla FIA arasındaki toplantıda ortaya bir sonuç çıkmadı ama görüldü ki Ferrari, işi Paris mahkemelerine taşımış. Yani FIA'ya açık açık meydan okumuş. 

Bu meydan okumanın karşılığını da bugün aldılar. Paris Mahkemeleri, Ferrari'yi FIA'ya itirazında haksız buldu. Yani Italyanlar, tataklara yan bastılar. Artık FIA istediği gibi at koşturacak bu yeşilliklerde. Ferrari napacak onu merak ediyorum şahsen; ya delikanlı gibi sözlerinin arkasında duracak ve bu diyardan gidecekler, ya da FIA'ya tamah edecekler. Tabi ki legal olarak bu iş burada bitmeyecek ve Ferrari, temyize gidecektir. Ama 29 Martta son başvurular var gelecek sene gridde olmak için. Kim ne yapacaksa 1 hafta içinde yapacak. 

Kuralların bu tip sorgulanması aslında spora girmek isteyen yeni takım adaylarının başını yakıyor. Yeni bütçe sınırlamasının ne olduğundan emin olarak girmek istiyorlar spora, ki haklılar da. Ve ne kadar erken başvuru, o kadar çok hazırlanma zamanı demek. Bir kısmından burada bahsetmiştik, Paris'teki mahkemede ortaya çıktı ki başka Formula 1'e girmeye aday takımlar da varmış. Autosport, güzelce derlemiş, burdan buyrun, tekrarlatmayın. 

Yani şu andaki durumun görüşünüşü odur ki gelecek sezon Ferrari, Red Bull, Renault, Toro Rosso, Toyota, BMW out yeni yeni takımlar in. Bu kadar ortalığı velveleye veren Italyanlar, bu konuda da boş durmamışlar, bir de yeni takımlara hoşgeldin sallaması yapmışlar. Özetle "biz gider bu amatörler gelirse sporun yeni adı Formula GP3 olur" demişler. Ben bir cümlede özetledim ama Formula GP3 aşağılaması kelimesi kelimesine gerçektir. Yenilerin de galibiyetlerin sahada alınmadığını öğrenmesi lazım, napalım.

Bir konu gerçek: Ferrari giderse Formula 1 çok şey kaybeder. Mübarek Monaco GP arifesinde bunların yaşanması beni üzüyor. 

Edit: An itibariyle bir salvo da Alonso'dan gelmiş yeni takımlara. "Küçük takımlara karşı yarışmam, gerekirse çeker giderim".

POLLy Bear: Shakhtar vs Werder


Şaktar mı şakar, Werder mi verir? Cevabı 21.45'te...

Monaco: Yılın "O" Vakti

Le Mans ve Indianapolis 500 yarışı ile birlikte motorsporları dünyasının 3 yıldızından biridir Monaco GP'si. Hatta belki diğer ikisinden de burun farkı ile öndedir. Hatta bu öyle bir prestij ki güvenlik önlemlerini herşeyin önüne koyan Formula 1'de, minimum güvenlik önlemi ile takvimde bulunan tek pist. Bunun yanına yatlar, katlar, kızlar, casinolar ve VIP'leri ekleyelim, oldu size efsane bir yarış. 

Bir yandan da beklenmedik sonuçları ile her zaman göze çarpmıştır Monaco GP'si. Kendi adıma Cine5 zamanlarında Olivier Panis'in kazandığı (ve zaten 3-5 aracın bitirebildiği) yarış bu konuda lider. Yine Trulli'nin tek yarış galibiyetinin de burada gelmesi var. Yine de Belçika Spa-Francorchamps pistiyle beraber en "drivers' circuit" burasıdır, yani adamlarla çocukların birbirinden ayrıldığı yer. Istatistikler de bunu doğruluyor: 6 galibiyet Senna, 5 galibiyet Schumacher ve Graham Hill. 

2009'a gelecek olursak... Sezon başından beri en güçlü takım değişmedi. Özellikle en başarılı çift katlı diffuser tasarımı ile diğer takımlardan çok daha fazla downforce yaratmaları, bu yarışta onlara çok ciddi avantaj sağlayacaktır. Bir tek avantaj kaybetme ihtimalleri var: Araçları dolu depo ile daha dengeli, boş depoda ise istenilen dengeyi yakalayamıyor. Bu da Monaco'nun hiper-önemli sıralama turlarında onları sıkıntıya sokabilir. Onları durdurmanın tek yolu da aslında sıralama turlarından geçiyor. Eğer polü kaparlarsa galibiyet işten değil.

Brawn'un en büyük rakibi Red Bull şimdilik. Yalnız Sebastian Vettel'i ağır depo ile sıralama turlarına yollama taktiklerini değiştirmeleri gerekecek gibi duruyor. Bunun yanında Toyota'nın da sezon başındaki formuna yaklaşacağını düşünüyorum. Zaten sıralama turlarında çok kötü değiller, bu sefer pistin doğasından dolayı yarış içindeki düşüşleri çok hızlı olmaz. 

Bir de KERSliler var. Ferrari, anlamadığım şekilde çok iddialı. Ilk önce Domenicali, sonra Kimi şimdi de Massa, bu yarışın sezon için dönüm olacağını iddia ediyorlar. Son senelerde Ferrari'nin Monaco performansı gerçekten çok düşükken bunu demeleri enteresan. Ama nolur belli olmaz, Coulthard da Red Bull'un ilk podyumunu alarak iddialaştığı Christian Horner'ı havuza göndermiştir 2006'da. Mclaren, Ferrari, BMW ve Renault bu sistemi kullanmaktan vazgeçebilirler, keza çok virajlı pistte KERS'i kullanabilecekleri kadar uzun bir tek düzlük var. O da tünel. Öbür yandan da KERS sisteminin ağırlığı ile mecburi daha dengesiz kalabilir araçlar. Göreceğiz. 

Bir başka nokta daha var. Bu sene araçların boyutları, özellikle de ön kanat boyutları değişti ve pilotlar da buna henüz alışamadı. Zaten çok kaza ve güvenlik aracı gördüğümüz Monaco GP'sinde bu sene de banko görürüz bunları. Takım patronu olsam taktiğimi bunun üstüne kurabilirim, o derece. 

Pazartesiye kadar bloga kuvvetle muhtemel hiçbirşey yazamayacağım, ama haftaya Monaco GP'sinin yorumları ve bir sonraki yarış olan Türkiye GP'sinin tahminleri ile karşınızda olucam. Son bir hatırlatma olarak, gelenek icabı Monaco GP'sinin ilk antreman turları perşembe yapılıyor ve cuma boş geçiliyor. Meraklısına duyurulur.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Monaco da Güzel, Kafam da

"Monaco Grand Prix'sinde kazanmak için yarışıcam. Ama podyuma çıkarsam da çok üzülmem."

Kimi Raikkonen
5 yarıştan sadece 3 puan aldığını unuttuğu anlardan

15 Mayıs 2009 Cuma

F1'de 3 Yeni Takım

Budget cap, veya bütçe sınırlaması olayı Formula 1'in büyük takımlarına çok sıkıntı veriyor. Hatta bugün kritik bir gün, Formula 1 Teams Association (FOTA) başkanı Luca di Montezemolo ile FIA Başkanı Max Mosley bugün bu konuyu görüşecekler. Gün içinde buradan çıkacak sonuçları da ileteceğiz. 

Ama bunlar büyük takımlar. Bir de küçük takımlar var. Force India, Williams gibi takımlar bütçe sınırlamasından gayet memnunlar. Eşit bir rekabet gücü vermesinden dolayı tabi ki. Bayram eden bir sınıf insan daha var, onlar da grid'e eklenmek isteyen takımlar. Hem bütçe sınırlamasının kalkmasından hem de FIA'nın grid'i 13 takıma çıkarma kararından cesaretlenmiş durumdalar. Kısaca onlara bakalım.

USF1 adıyla sahnelere giriş yapan takım şu an için en ciddileri bu kategoride. Eski Ligier'ci Ken Anderson ile eski Williams'cı Peter Windsor, kafa kafaya verip "niye tamamen Amerika bazlı bir F1 takımı yok" demişler. Ortaya da bu takım çıkmış. Şu anda bütçe sınırlamasından gayet memnunlar, iddialılar da. Amerikan tasarımı, Amerikan üretimi ve Amerikalı pilotları olan bir takım ile yarışmak için başvuracaklar. Yakın zamanda verdikleri röportajda araçlarının kasım ayında piste çıkacağını bile söylüyorlar. Bir süre Danica Patrick ile ilgili dedikodular dolaşsa da henüz kesinlik kazanmış bir şey yok. Ama gridde bayan pilot görmeyeli de baya olmuştu. 

Bir başka niyeti bozmuş takım Lola. Eskilerin efsane takımı, zaten şu anda Le Mans yarışlarına giriyor ve Formula 1'e uygun bir rüzgar tünelleri mevcut. Yani gereken potansiyelin büyük bir kısmı zaten ellerinde. Formula 1'e geçişi değerlendirmek ve uygulamak amaçlı yeni eleman alışları da yapmış durumdalar. Bu ay sonuna kadar başvurularını yapacaklar, eski üretici olarak da reddedileceklerini zannetmiyorum. Hatta yeni düşen haberlere göre de konfirme ettiler başvuracaklarını. 

Bir başka eski yüz de David Richards. Hem Renault ve BAR takım patronluğu hem de yılların Prodrive atölyesinin başındaki kişi kendisi. 2008 sezonu için Mclaren ile anlaşmıştı, onlardan aracı komple satın alacak ve "customer car" konseptinin bir örneği olacaktı. Ama son anda FIA, customer car'ları kabul etmeyeceğine karar verince Richards'ın hevesi kursağında kalmış oldu. Bu sene elindeki en büyük oyuncağı Subaru, WRC'den çekilince seneye çok daha ciddi bir şekilde Formula 1'e saldıracaktır. Prodrive takımını görmek de aslında çok heyecan verici. Ama daha da heyecan verici olan, bu takımın Aston Martin adı altında yarışma ihtimalinin olması. 

Bugün düşen bir haber (ve bir de bu haber) de F3'te yarışan Litespeed takımının, seneye F1'e transfer olması için Mike Gascoyne ile beraber çalışıyor olması. Henüz bu konuda çok fazla bilgi yok, fakat onlar da yazın ortasına kadar bir F1 şasisi ortaya koyabileceklerini iddia ediyorlar. Şu ana kadar aldığım izlenim kararlılıktan çok şansını denemek oldu Litespeed adına. Ama ne olacağı belli olmaz. 

13 takım olması çok güzel bir düşünce, 26 araçlık bir grid son derece enteresan yarışlara gebe. Özellikle de son derece enteresan sıralama turları ve startlar olacağı kesin. Bir başka getirisi de başa oynayan ve midfield takımlar dışında arkada 3. bir kalabalık olacak olması. Şu an itibari ile genelde Toro Rosso ve Force India'ların takıldığı yer, başka takımların gelişleri ile daha çekişmeli bir hale bürünebilir. Tabi ki 3 fazladan takımın getireceği bir başka katkı ise 6 yeni pilot. Böylece yetenekli gençler daha rahat şans bulabilir, veya diğer takımlar yedek sürücülerini kiralayarak onların gelişmesinde aktif rol alabilir. Kısacası ben bu fikri sevdim...

14 Mayıs 2009 Perşembe

Pist Pist Politika Politika

Yukarıdaki resim Mustafa Taha'nın yollamış olduğu potansiyel Roma GP'sinin Hermann Tilke tarafından çizilen tasarımı. Kendisiyle F1 pistleri hakkında yaptığımız keyifli sohbetten sonra gazımı alamayıp buraya da bişiler çiziktireyim dedim. Yukarıya o kadar resmini koymuşum bir Roma GP'sinin olasılıklarından başlayayım.

Güzel şehir, herkes gitmek ister, eminim yarışçılar da yarışmak ister. Güzel olmasına güzel ama biraz da olaya Formula 1'in pist politikalarına göre bakalım. Italya'da Monza yarışı var. Çoğu Avrupa ülkesi ikinci yarışını isterken burada bir pist daha yapılması ve kullanılma olasılığı son derece düşük. Özellikle de geçen sene takvime giren Valencia sokak yarışının başarısızlığından sonra aynısından bir tane daha zor olur. Evet pist güzele benziyor, şehir de Valencia'dan daha güzel ama yine de çok realistik gelmedi bana. Bunun yanında Kuzey Amerika'da yarış yok; ki bu coğrafya araba üreticileri için en büyük pazar. Yakında oradan bir yarışın daha takvime girmesi kuvvetle muhtemel. 

Bunun dışında eklenen ve eklenecek olan pistlere bakalım. 1999 yılında, 16 yarışın 9'u Avrupa'daymış. Bu rakam 2009 itibariyle 17'de 7. Yani çok açık bir şekilde Avrupa dışına açılma politikası var. Bu 10 sene zarfında eklenen pistler ise: Malezya, Çin, Amerika (ki şu an takvimde değil), Türkiye, Abu Dhabi, Bahreyn, Singapur ve Valencia (Tek yeni Avrupa yarışı).

Bu sene Abu Dhabi girdi yarış takvimine, senenin son yarışı olacak. Aslında Brezilya'ya ve oradaki efsane yarışlara alışmış biri olarak Brezilya'nın son yarış olmasını istiyorum ama napalım. Bundan önce de Avustralya Adeleide son yarıştı, sonra Melbourne ilk yarış oldu, daha tadım oldu. Değişikliğe alışacağız heralde. Abu Dhabi'nin dışında seneye Rusya ve Hindistan da takvime giriyor. Yani zaten takımların çok zor kabul ettiği 18 yarışlık takvim, 20 yarışa çıkıyor. Hatta Avrupa dışından takvime girmek isteyen o kadar çok yer var ki, Bernie Ecclestone çok rahat bir şekilde Formula 1'in beşiği Ingiliz GP'sini bile bir kalemde çizip atabiliyor. 

Takımların bunu kabul etmesi için aslında bazı sebepler var, daha doğrusu oluştu. Bir kere sezon içi testler kaldırılarak Formula 1 takımlarının mesai günleri azaltıldı. Yani test zamanlarını yarışa harcayabilirler. Ayrıca belli masraf kısma operasyonlarına gidildi, yani daha çok yarış daha fazla masraf anlamına gelmeyecek. Bunun yanında artık Formula 1, otomotiv sektöründe ciddi daralma olan Avrupa'dan sıyrılıp dünyaya açılmak zorunda. Hatta Macaristan gibi sıkıcı ve modern olmayan pistlerden de kurtulma zamanı. Ama şu anda kullanılan pistleri başka bir yazıda zaten inceleyeceğim, onun sırası da orada. 

En baştaki konuya geri dönecek olursak; Roma sokaklarında bir Formula 1 yarışı kulağa hoş geliyor ama muhtemelen yakın zamanda gerçekleşmeyecek. O yüzden onu boşverin, Güney Afrika'daki 2010 Dünya Kupası'na göz dikin bence.

Milyonların Gazetesi Hürriyet

Bloglar hayatımıza girdiğinden beri haber alma şeklimiz aslında çok da değişti. Her ne kadar her blog yazarının bir takım taraftarı olduğunu bilsem de onlar sayesinde de tarafsızlığı daha çok öğrenir oldum. Buna karşın, Hürriyet gibi aslında tarafsız olması gereken "mass media" organlarının da yaptıkları karşısında daha da şaşırır oldum.

Aragones'in Fener taraftarları arasında sevilmediği ve Türkiye'deki kariyer çok uzun olmadığı biliniyor. Ama bunu, o takımın taraftarı gibi ortaya koymak ne kadar doğru? Hürriyet'in şu haberi, özellikle de son cümlesi baya manidar:

"Biz de hurriyet.com.tr olarak diyoruz ki; 
Mesajlarınızı hem bize, hem Aziz Yıldırım'a gönderin..
Çünkü milyonların kulübü Fenerbahçe bu başarısızlığı haketmiyor.. "


Ben peki niye şimdi gazete okuyayım diye soruyor insan, hele de bu kadar güzel yazılan adam gibi bloglar varken...

12 Kişi ile Sahaya Çıkan Catania

"It's like soccer. In Italy we have Internazionale, who are winning, and they spend huge amounts of money for the best players. But in Serie A you also have a team like Catania, who have no money. So do you say to Catania, 'You can play with 12 players,' and to Inter, 'You must play with nine'? It wouldn't be fair."

Piero Ferrari
Enzo Ferrari'nin oğlu, iki farklı kural setinin Formula 1'i nasıl etkileyeceğini açıklarken

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Seneye F1 Olacak mı?

Başlıktaki soru belki absürd, ama aslında bir süre önce düşünebileceğimizden daha gerçekçi. Tarihi şöyle diyebiliriz. FIA 29 Nisan'da olağanüstü toplanır. Ilk açıklanan sebep Mclaren'in yalan skandalını görüşmektir ama daha sonrasında çok da önemli bir karar alınır. Gittikçe artan takım maliyetlerini sınırlamak ve küçük takımların da rekabetçi bir şekilde yaşamasını sağlamak adına 2010 sezonundan itibaren £40M'lik bir bütçe limiti konur. Buraya kadar olan kısmı ele alalım, asıl sorun bundan sonra zira.

Bu noktaya kadar mantıklıydı; böyle bir sınır koyuluyor ve takımların fazla fazla büyümesi engelleniyor. Böylece küçük takımların da yaratıcı çözümlerle başa oynayabileceği sinyali veriliyor ve yeni takımların da grid'e eklenmesi için teşvik veriliyor. Bu bütçe sınırının nasıl kontrol edileceğine dair sıkıntılar var, ne buraya girer ne girmez nasıl kontrol edilir diye soruluyor ama atlatılmayacak sorunlar değil bunlar. £40M'nin az bir limit olduğunu da belirtiyor takımlar; ki mantıklı bir düşünce. En doğrusu daha yüksek bir limitten başlayıp kademeli olarak bu limiti düşürmek, bence en azından.

Ama asıl sıkıntı bundan sonra yaşanıyor. FIA'nın açıklamalarına göre takımlar, bu bütçe sınırına uymak zorunlu değil. Ama uyanların tabi olacağı kurallar ile uymayanların tabi olacağı kurallar farklı olacak. Yani bir takım, £40M bütçe kısıtlamasını kabul ederse hareket edebilen ön ve arka kanat kullanabilecek, devir limiti olmayan motor takabilecek, sezon dışı testlerindeki limitlere tabi olmayacak ve rüzgar tünelini sınırsız kullanabilecek. Bütçe kısıtlamasını kabul etmeyenlerinse böyle bir lüksü olmayacak. 

İşte bu konuda çok büyük protesto var FIA'ya. Ortaya çıkan tabloda iki farklı kurallar seti ile iki farklı yarış olacak ortada. Le Mans yarışları gibi, aynı pistte aynı anda hem Porsche Cup yarışı olur, hem Ferrari'ler kendi aralarında yarışır, hem asıl Le Mans sınıfı araçlar yarışır vs. F1 de ona dönecek neredeyse. Küçük takımlar buna tamah olsa ve destek verse de büyük takımlar tek ses halinde karşı çıktılar doğal olarak. Mclaren, BMW, Renault, Red Bull'dan sonra dün Ferrari Yönetim Kurulu toplantısından çıkan karar, yukarıda yazdığım kurallar değişmezse Ferrari'nin seneye F1'e katılmayacağı yönünde oldu. Hani şu F1'e başlangıcından beri her sene katılan tek takım olan kırmızılardan bahsediyoruz. F1'in yayın hakları sahibi Bernie Ecclestone'ın bile "onlarsız F1 olmaz" dediği Şahlanan At. 

Yakın geçmişte yaşanan yayın gelirlerinden daha fazla pay almak isteyen takımların Concorde Anlaşmasına olan isyanının bir benzerini yaşıyoruz. Durum oldukça ciddi ve F1'in geleceğini tehdit ediyor. Eğer bütün bu büyük takımlar ayrılıp kendi yarışlarını yaparlarsa muhtemelen çoğu izleyici de onların peşinden gidecektir. Ama Concorde Anlaşmasına benzemeyen tarafı, onun gibi yıllar sürmeyecek olması. 29 Mayıs, 2010 sezonu için başvuruların son tarihi. O zamana kadar kim başvuracak kim başvurmayacak görecez. 

Başa dönelim o zaman, seneye F1 olacak mı?

12 Mayıs 2009 Salı

Massa vs Benzin-Gate


Ferrari bu sene belli ki çok sorunlu; yazmaya başladık, bir post doldu taştı, ikinciyi yazmak zorunda kaldık. Ama hala yeni sorunlar ortaya çıkıyor. 

Ispanya GP'sinin son turlarında yaşanan "benzin-gate", aslında incelenesi bir durum. Ferrari, şampiyon olduğu yıllarda bile dayanıklılık sorunları yaşamıştı. Ama hızıyla arayı kapıyor, yine başa güreşiyordu. Bu sene hız çok açıkça yok. Dayanıklılık yine yerlerde. KERS sistemini kullanan ender takımlardanlar ama performansa yardım etse de dayanıklılıktan götürüyor. Çift difüzör çözümü daha oturmuş değil. Bir de şimdi benzin sorunu eklendi. 

Sıralama turlarından Felipe Massa 4. olmuş ve küçük çaplı bir sürpriz yapmıştı. Bir de benzin yüklerinde önündekilerden daha ağır olduğu ortaya çıkınca tifosilerin mutluluğu artmıştı: Acaba kabus sonunda bitti mi? Brawn'lardan çok daha fazla tur atacaktı Brezilyalı ve eğer o zamana kadar onlara ayak uydurabilirse pitlerde geçebilirdi. Ama Brawn'lardan hemen sonra o da pite girince herkes şaşırdı. Yarıştan sonra anladık ki Ferrari'nin benzin harcaması, Brawn'ınkinden çok daha fazla. Yani daha fazla benzin yükü ve ağırlıkla aynı mesafede yolu yapabiliyorlar. İşte Ferrari'nin faka bastığı an. Çözülmesi gereken ciddi bir sorun daha. Bununla beraber, benzin aktarım ünitesi normal çalışmayınca Felipe Massa'ya benzin tasarrufu emri verildi. Yapmazsa son turda aracı duracaktı; düşünemiyorum, yaşanabilecek en utanç verici durum heralde. Bunun yaşanmaması için Massa, ayağını gazdan çekti. Önce Vettel'e, 2 tur sonra da 15 saniye gerideki Alonso'ya geçildi. Tıngır mıngır giderken neredeyse Heidfeld'e bile geçiliyordu. Yarıştan sonra açık açık söyledi: "Bu sene benim için bitmiştir!"

Benzin sorunu Monaco'da çok üstünde durulması gereken bir durum olmayacak. Ama aynı zamanda Prensliğin dar ve virajlı sokaklarında KERS avantajlarını da kullanamayacaklar (tünele girerkenki an hariç). Formsuz Kimi, demotive Massa ve yetenekleri kısıtlı teknik ekip ile Monaco'nun sorusu şu olacak: Ne kadar daha kötü olabilir?

Hoşgeldin Sezon-u Avrupa

Ispanya GP'si, baş aşağı giden 2009 sezonunun en beklenen yarışıydı. Bütün büyük takımlar, yaşadıkları hayal kırıklıklarını bertaraf etmek için viagralarını almış gelmişlerdi. Sonuç: Brawn GP yine arayı açtı. Bu öküz gibi spoiler'dan sonra hikayenin başı ile sonunu birleştirelim. 

Sıralama turlarından sonra Brawn'lar 1-3 olarak güçlerinden birşey kaybetmediklerini, Red Bull'lar da 2-5 olarak geriye düşmediklerini gösterdiler. Peki ama P4? Oradaki isim sürprizdi; sonunda aşama kaydedip kendine geldiğine inanılan Ferrari'siyle Massa. Hem de diğerlerinden daha ağır bir benzin yükü ile. Kırmızılar bu sefer de Raikkonen'i Q1'de kaybetti ama napalım, alışıyoruz yavaştan. 1 sene oldu zaten Kimi yarış kazanmayalı. 

Barrichello, startla liderliğe oturdu. Massa da Vettel'i geçti, aslında burada da Vettel'in kazanma şansı bitti. Bütün yarış boyunca KERSli Massa'yı geçemedi, ta ki... Orası sonra. Bu sırada Trulli, Toro Rosso'ların ikisi birden ve Sutil, zincirleme bir kaza ile aradan çıktı. Hamilton da götü zor kurtardı arada, onu da alıyorlardı. 

Brawn, Ferrari yıllarında yaptığını Brawn'da yapmaya devam etti. Iki pilotu farklı strateji ile yarıştırdı ve yine Ferrari'deki gibi Rubens geride kaldı stratejisi yüzünden. Ben olsam patronuma fena küserdim, makus talihimin yaratıcısı sensin diye veryansın ederdim. Yine de Brawn, Ispanya'yı da duble ile kapamış oldu. Button 5 yarışın 4ünü kazandı. Red Bull'lar da 3-4 oldu, yani güçlerinden bir şey kaybetmedikleri açık. 

BMW Sauber'deki gelişme de gözle görülür (7-11) ama herkesin birleştiği asıl nokta, tempodaki en büyük artışın Ferrari'den geldiği. Peki en gelişmiş aracıyla naptı Italyanlar? Rezil oldu desek yeridir. Gözükmeyecek kadar geriden başlayan Kimi, bir ara hidrolik sorunuyla da yolda kaldı. Bir silik yarış daha. Massa'nın başına gelenler ise tam bir drama. 4. idi yarışın baya sonlarına kadar, ama canlı yayında telsiz üstünden bomba haberler geldi Massa'ya. "Felipe, yarışın sonuna kadar benzinin kalması için ekonomi yapman lazım", "Arka kanadımda Vettel varken nasıl yapayım, zaten elimden geleni yapıyorum...." Ilk defa bir radyo konuşmasının yarısında canlı yayından kaldırıldığını gördüm. Muhtemelen okkalı bir küfür salladı. Sonra da Vettel'e yol verdi. Neyse ki 5 tur kalmıştı ve arkasındaki Alonso 13 saniye gerideydi. Ama o kadar yavaşlaması gerekti ki Alonso'ya da geçildi, hatta Heidfeld'e bile geçilmek üzereydi dama bayrak sırasında. Hatırlatmakta fayda var; Massa'nın bu seneki ilk puanları. 5 yarış geçti. Brezilyalı yarıştan sonra manidar açıklamalar da yaptı: "Bu sene benim ve takımım için bitmiştir". Domenicali'nin verdiği aciz cevaplar da durumun vehametini gösteriyor.

Hamilton da Button'dan tur yiyerek 9. oldu ve puan alamadı. Heikki de yarış dışı kalmıştı. Anlaşılan büyük takımlara viagra yaramamış, hala aksiyon yarıda kalıyor. 

2 hafta sonra Monaco var, yatların hatunların yavaş virajların yarışı. Burada muhtemelen büyük takımların sıkıntıları daha bir göz önünde olacak. Brawn bu yarışı da alıp götürebilir. Ama belli mi olur, bir Panis daha çıkar (mesela Sutil, mesela Buemi) yarışı alır götürür... 24 Mayıs. Sonrasında da Türkiye GP'si. 

Yazı keyifsiz oldu ama yarış da keyifli değildi napalım, kusura bakmayın. 

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Hepimiz Kardeşiz

Bu iş yerinde grev vardır diyeyim; açık açık yazacak zamanım olmadığını ve/veya üşendiğimi belirtmeyeceğim tabi ki. Ama Ezeli Rakip Ebedi Dost diye blogu olan biri olarak buna seyirci kalamadım.

Galatasaray ile Fenerbahçe, son maçta yaşanan rezillikleri affettirmek için 19 Mayıs'ta İnönü Stadı'nda bir dostluk maçı oynayacakmış. Fikir çok da güzel aslında. Hem de seyirciler de eşit sayıda olacakmış.

"Ilk kanı siz akıttınız" her dönem ağızlara pelesenk olan bir laftır; yani ilk kanı siz akıttığınız gibi barışı istiyorsanız ilk kıyağı da siz yapın tarzında. İki taraf da aynı düşüncede olduğundan dolayı da arpa boyu kadar yol alınmaz. Belki yıllardır beklenen fırsat budur dedim kendi kendime. Iki tarafın da sessiz sedasız, ayrıca bir de hırssız, maçını oynayacağı ve iki tarafın birden ilk kıyağı yapmasına gerek olmadan birilerinin yapacağı bir olay. 

Evet muhtemelen medyanın körüklemesi ile çığrından çıkmış bir ateş olan Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti, bu tip bir dışarıdan müdahale ile bulunduğu şoktan çıkarılabilir ve kendine gelebilir. Ama ya bu "dostluk" maçında da kavga ederlerse, yarı yarıya olan tribünler meşaleler ve yumruklarla birbirine girerse? O zaman belki de artık vakti gelmiştir bu diyarlardan gitmenin, kimbilir....

Umarım bilet fiyatları pahalı olmaz, zira hiç gitmediğim ama görmeyi çok istediğim İnönü Stadı'na da gitmek için bir fırsat bana bu. Inşallah orada olacağım, gönül ister ki Fenerli bir arkadaşımla kolkola, yanyana. 

5 Mayıs 2009 Salı

Real Madrid vs Chelsea


Gol makinesi Barcelona'yı durdurma şerefine fazla takım nail olamadı bu sezon, hele de Camp Nou'da. Ama geçen hafta Chelsea bunu başarmıştı, bunun için de futboldan ödün vermişlerdi. Seyir zevki yüksek olmasa da turu geçmek istiyorsa yapması gereken bir şeydi Blues'un, sonuçta 40 metrede top oynandı. 

Cumartesi akşamı Real Madrid'in kazanmaktan başka şansı yoktu ve lale gibi açıldı. Blaugrana da açılan yere giriverdi. O kadar kötüydü ki sonuç, belki de Real Madrid'in uzun vadede yeniden yapılanmasına kadar yolu açtı. O ayrı mesela.

Yarın akşam Chelsea de lale gibi açılacak, kendi evinde 0-0'a yatmak fazla fazla riskli, hele de Barcelona'ya karşı olunca. O zaman da Chelsea ile Real Madrid'in farkı çıkacak ortaya. Bu fark "sen 6 yedin ben şu kadar yedim" gibi de olabilir, "seni harcadılar ama ben işimi hallettim" şeklinde de olabilir; skor gösterecek. Gerçek şu ki Messi ve saz heyeti, haftasonu baya gözdağı verdi. 

4 Mayıs 2009 Pazartesi

25 Yıl Önce Sönen Yıldız

Yaptığı işi deliliğin doğru tarafında yapıp efsane olan bazı insanlar vardır, hiç bir zaman unutulmazlar. Kendi kelimeleri ile:

...Even Senna confessed he occasionally went too far, as was the case in qualifying for the 1988 Monaco Grand Prix, where he became a passenger on a surreal ride into the unknown. Already on pole, he went faster and faster and was eventually over two seconds quicker than Prost in an identical McLaren. "Suddenly, it frightened me," Ayrton said, "because I realised I was well beyond my conscious understanding. I drove back slowly to the pits and did not go out anymore that day."


Ve tam kendi istediği şekilde aramızdan ayrıldı 1 Mayıs 1984'teki San Marino GP'sinin Tamburello virajında:

"I want to live fully, very intensely. I would never want to live partially, suffering from illness or injury. If I ever happen to have an accident that eventually costs my life, I hope it happens in one instant."



St. Führer

Aziz ve evlatları, yine yaptı yapacaklarını. Resim Taksim Meydanın'dan.

3 Mayıs 2009 Pazar

Ne Farkı Var?


Kutega

Şimdi, kutega da ne ola ki? Aslında kabaetimin eseri bir kelime, fikir şuradan çıktı ama: Barcelona'yı dün akşam izledikten sonra düşündüm ki, madem bu adamlar futbola yeni ufuklar getiriyorlar ve yapılmamış şeyleri yapmayı bir vizyon ediniyorlar, biz de bu yeni kavramları anlatmak için yeni bir dil veya terimler silsilesi yaratalım. Kutega da bunun eseri.

Ben derim ki, kutega, Barcelona'nın oynadığı, futbol benzeri bir oyundur. Barcelona Profesyonel Kutega takımı, her hafta bir (veya iki) futbol takımı ile oynar. Başka bir takım yaptığı zaman kısa pas dediğimiz ama Barcelona Kutega takımının çok hızlı ve seri şekilde yapmasından dolayı sadece kısa pas olarak adlandıramayacağımız olaylara orşina diyelim mesela. Yani diyebiliriz ki "Barcelona güzel orşinalarla kutega'nın güzelliklerini sergiliyor", mesela. 

O kadar garip hissetmeyin, çocukken rövaşata kelimesini ilk duyduğunuz güne geri dönün yeter. 

Şaka bir yana, Barcelona'nın oynadığı oyunu reklam yapmalılar. Mesela futbolun çok önemsemediği tek yer olan ABD'de gösterilsin. Ama o zaman da insanları hayallerle kandırmış oluyoruz, sonuçta bunu yapabilen bir tek takım var. Adamlar "ya bu futbol da güzel oyunmuş" diyip MLS izlicekler, sonra da "hastir leyn, paramızı geri verin, bize böyle olacağını dememişti kimse" diyecekler. 

Neyse, kelimeler kifayetsiz, hedefler yakın. Blaugrana'nın keyfi yerinde...

1 Mayıs 2009 Cuma

Teknik Direktör Sevmezük! (Bir Klüp Kültürü Eleştirisi)

Günler önce de düşünüyordum, hala Ersun Yanal Trabzon'un başındayken. Neden biz teknik direktör sevmeyiz? Neden her hata onların hatasıdır? Bir yönetim, takımın başına birini geçiriyor ve kısa sürede kovuyorsa demek ki neredeyse sıfır güven ile takımının başına koymuştur. Yani "biz bu adamı şimdilik getirelim ama napabilir ki, 3 sene beraber çalışsam 3 senem heba olacak" diyorsa bir yönetim, o zaman 2-3 ayda kovabilir. Yok eğer senaryo böyle olmasa, yani getiren yönetim getirdiği teknik direktöre güvense ve dese ki "bu adam bugün yenilir ama ben bu adamla 3 yıl çalışıcam ve biliyorum ki uzun vadede bu adam beni ileriye taşıyacak", o zaman gerçekten 2-3 ayda kimse kovulmaz. 

Yuvarlak lafları bırakıp özele inelim, tümdengelimci pozlar yapalım. Sene başında kadrosunu baştan aşağıya değiştiren son senelerin iddiasız takımı Trabzonspor'u şampiyonluk potasına sokan Ersun Yanal istifa etti, ettirildi. Aynen Galatasaray'ın 3 önceki teknik direktörü Kalli gibi. Trabzon'un dışındaki 3 büyüklere bakalım; Galatasaray yönetimi Bülent Korkmaz'ın arkasında, yani yakında gider, Aragones sokağa çıkamıyor, Demirören döneminde Beşiktaş teknik direktörlerini hali bu klipteki gibiydi, Denizli iki yenilgi alsa o da klibin sonuna eklenir. 

Bir de dışarıya bakalım. Ortada bir Alex Ferguson gerçeği var ki ben zaten öncesini hatırlamıyorum. Arsene Wenger de az buz değil, sorunu Ferguson'un gölgesinde kalması. Ama aslında bunun gibi çok fazla örnek de yok. Mesela Gerets. OM ile şampiyonluğa koşarken, takımı sene sonu bırakacağını açıkladı. Van Gaal, AZ'yi şampiyon yapsa da takımda kalıp kalmayacağı belli değil. Bunlar başarısız hocalar mı? Kesinlikle değil. Demek ki sorun sadece bize sirayet etmiş değil. Ingilizler hariç hemen hemen herkes aynı şeyi yapıyor.

Neden? Kendimce cevap vereyim, tartışma ortamı oluşsun. Teknik direktör sorunsalı, kulüp kültürü ile birebir alakalıdır kanımca. OM veya AZ, kalburüstü takımlar olsa da Avrupa'nın en üst düzey takımları değiller, güzide Türk klüplerimiz gibi. Kupa sayılarının yanı sıra bir Barcelona, ManU, Liverpool kadar klüp kültürleri yok. Yönetim-Teknik Direktör-Oyuncu düzeneğini bir kum saati gibi görürsek, Teknik Direktörler ortadaki ince yer gibidir. Yönetimin dediklerinin futbolculara doğru iletilmesi, takımla ilgili sıkıntıların/isteklerin yönetimle konuşulması sırasında kritik bir yerdedir her teknik direktör. Yani üstündeki ve altındaki kademelerin uyumlu çalışmasında elzem rolleri vardır. Zaten bu dediğimiz klüp kültürünü oluşturan olayın ta kendisidir. 

Iki örnek... Real Madrid, Galacticos sonrası ve 90'ların sonlarında (kendi çapına göre) bocalarken teknik direktör debisinin de hızlandığını görüyoruz. Aynı şekilde, Galatasaray, 90'ların sonunda Türkiye Liglerinde görülmemiş bir hegemonya kurarken, Fatih Terim de 4 yıl takımın başında. Istikrar ile başarının harmanlandığı iki örnek yukarıdakiler. Tabi ki Cevat Güler'in yaptığı olaylar gibi istisnalar da var ama kanımca bunlar istisna, veya şukela tabirle "futbolun cilvesi". 

Şöyle de özetleyebiliriz: Klüp kültürü veya kültürsüzlüğü hemen oluşan veya yokolan şeyler değillerdir. Önemli bir kültürü olan klüp hızla 2-3 hoca değiştirse de istikrarı bulması olasıdır, veya kültür eksikliği uzun zamandır süregelen bir klüp, bir teknik direktörle istikrarı bulsa da bu örneği çoğaltamadığı sürece kültürünü tam olarak oturtamaz. 

Yani Adnan Polat yönetimindeki Galatasaray'ın Van Gaal'i getirse bile bu kafayla işinin zor olmasıdır, veya Yanal ile yolları ayırarak Trabzon'un elinin tersiyle ittiği olay budur. Şampiyonluklar ve kupalar her zaman kazanılabilir ama bir takımı büyük takım yapan bence budur. O yüzden anamızın liginde 4 büyüğüzdür ama Avrupa'da "zorlu deplasman"dan ileri istikrarlı bir şekilde gidemiyoruzdur.